Marvel Comics Yazıları

En İyi 25 Modern Marvel Çizgi Romanı: #20-16

1997 yılından itibaren günümüze dek geçen zamanda çıkmış Marvel çizgi romanlarının en iyilerini seçtiğimiz listemizin ikinci bölümünde 20. sıradan 16. sıraya kadar olan seçimlerimizi inceliyoruz. Değerlendirmelerimizi bir yazar ya da yaratıcı ekibin belirli bir karakter, ekip ya da konsept için devamlılık halinde ürettiği eserlerin tamamını göz önünde bulundurarak gerçekleştirdik. Kriterlerimizi nasıl ve neye göre belirlediğimizin detaylı açıklaması için giriş yazımıza göz atabilirsiniz.

Şu ana kadar ele aldığımız eserleri görmek için de, bir önceki yazıyla başlayabilirsiniz:

En iyi 25 Modern Marvel Çizgi Romanı: #25-21

Okuma Tavsiyeleri
Bu liste, başlıktaki konuyla ilgilenenler için hazırlanmış bir “okuma tavsiyeleri listesi”.Süper kahraman çizgi romanlarının çoğunda olduğu gibi, hikayeleri anlamak için bu listeyi adım adım takip etmenize gerek yok. Tek yapmanız gereken, buradan ilginizi çeken çizgi romanları seçmek ve okumak. Okuma listelerimiz hakkında daha fazla bilgi için bu yazıya göz atabilirsiniz.

20. Mark Waid’in Daredevil’ı

İçerdiği sayılar: Daredevil (2011) #1-36, Daredevil (2014) #1-18

Frank Miller, 80’li yılların başlarında seriyi yeniden tanımladığından beri favori avukatımız Matt Murdock’un doğadaki kararlı hali hep acı çeken ve durmadan hayatını alt üst edecek olaylarla başa çıkmaya çalışırken tökezleyen, yenik bir karakter olmaktı. 2000’li yıllarda önce Brian Michael Bendis, ardından da Ed Brubaker bu ana fikri muhafaza ederek şahane Daredevil çizgi romanları yazdılar. 2011 yılında Mark Waid, serinin yazarlık görevini üstlendiğinde Matt Murdock, tabiri caizse yıllardır rahat bir nefes almamış haldeydi ve son olarak da Andy Diggle’ın Shadowland’inde yeni bir dibi görmüştü.

Waid, sürüsüne bereket Eisner ödülü kazanacağı bu yazarlık sürecinde seleflerinden daha farklı bir yol izlemeyi tercih etti ve serinin genel tonunu Miller öncesi döneme yaklaştırdı. Elbette Daredevil çizgi romanları çıkmaya devam ettiği sürece Matt, zorluklarla mücadele etmeye devam edecek ve kayıplar yaşayacaktı – Grant Morrison bunu dördüncü duvarı kırdığı bir sohbette kendisine güzelce açıklardı sanıyorum – ama tüm bunların kendi ruh haline ve dolayısıyla serinin tonuna sirayet etme şekli her zaman böyle olmak zorunda değildi.

Bu bağlamda, kahramanımızın bu kez farklı bir baş etme mekanizması geliştirdiğini gördük. Artık yaşadığı hayattan keyif almaya çalışan bir Matt Murdock vardı. Mesela fazla gelişmiş duyulara sahip olmak aslında yalnızca bir lanet değildi, pekala bir armağan da olabilirdi. İlk sayılardan itibaren çizerler Paolo Rivera ve Marcos Martin, Daredevil’ın etrafındaki dünyayı nasıl algıladığına ilişkin yeni bir görsel dil oturttular. Matt’in radar sense yeteneğiyle nasıl “gördüğünü” ilk kez tecrübe etme imkanı yakaladık.  

Waid’in Daredevil’da bana kalırsa en iyi başardığı şey her sayıda okura doyurucu bir ürün sunabilmesiydi. Kimi zaman daha büyük bir öyküye hizmet ediliyor olsa da her sayı muhakkak içerdiği bazı parçaları kendi içinde çözümlüyordu ve ortaya çıkan sonuçlar çoğu zaman olaya dahil karakterler için bir anlam ifade ediyordu. Bu önemli, çünkü kağıt üstünde incelendiğinde Waid’in hikaye mekanizmalarının çok parlak fikirler üzerine kurulmadığını görmek mümkün. Bir anda ortaya çıkıp kahramanımıza kan kusturan Ikari’nin tüm konsepti çok 60’lar kalmış bir tabana sahip mesela. Ama olaylar karakterler için anlam ifade ettiği sürece suspension of disbelief dediğimiz nane devreye giriyor ve kendimizi okuduğumuz şeyi umursarken buluyoruz. Waid ayıca Marvel Evreni’nin zenginliğinden de iyi faydalanıyordu Spot, Mole Man ve Klaw gibi Daredevil dergilerinde görmeyi beklemeyeceğimiz çeşitli kötüler, burada çok güzel parladılar.

Yazarlık sürecinin ikinci yarısında Mark Waid’e düzenli olarak eşlik eden Chris Samnee’nin çizimleri de bu dönemi tanımlayan en önemli unsurlardan oldu. Samnee, dinamik aksiyon sahneleri çizmek konusunda günümüzde sektörün zirvedeki isimlerinden. Waid de kurgusunu beraber çalıştığı çizerlerin güçlü yanlarından faydalanabilecek şekilde inşa etmesini bilen bir adam. Bu sayede ortaya çıkan olay örgüsündeki yeri yüksek görsel şölen dövüşler bu serinin akılda kalan yanlarından biriydi. İkili daha sonra Black Widow ve Captain America serilerinde de beraber çalıştılar.

Sitemizdeki bazı alakalı yazılar:
Black Widow (2016) #1-12
Daredevil #1

19. Nick Spencer’ın Captain America’sı

İçerdiği sayılar: Captain America: Sam Wilson (2015) #1-25, : Avengers Standoff: Welcome to Pleasant Hill (2016) #1 ve Assault on Pleasant Hill #1, Captain America: Steve Rogers (2016) #1-19, Civil War II: The Oath (2017) #1, Secret Empire (2017) #0-10

Marvel, 2014-17 yılları arasındaki All New All Different döneminde, temsiliyet furyasıyla sürekli esas oğlanlarını bir şekilde kenara atıp yerlerini kadın ve/veya başka etnik kökenden yeni nesil kahramanlarla doldururken siyahi bir Captain America’nın hem toplumumuzda hem de Marvel Evreni içi dinamiklerde ne anlam ifade edebileceği de artık irdelenmesi gereken bir konuydu.

Sonuçta çizgi roman yayın geçmişi aslında çok daha güdük olan Bucky Barnes birkaç yıl öncesinde Captain America titrini üstlenmişken sıranın bir noktada Sam Wilson’a geleceği belliydi.  Çok fazla potansiyel barındıran bu konsept pek çok açıdan ele alınabilirdi ve her türden tepkiler arasında 2014’ün son aylarında All-New Captain America, Rick Remender yazarlığında yayın hayatına başladı. 6 sayının ardından iptal edildi.

Sam’in Captain America olma macerası böyle bitmiş olsa epey gülünç olurdu herhalde. İşin aslı tam o sırada Secret Wars eventi sebebiyle tüm seriler tekrar 1.sayıdan başlatılmak üzere iptal edilmişti ve Rick Remender da yavaş yavaş Marvel’dan elini eteğini çekiyordu. Bu vesileyle Captain America serisi, profesyonel politika geçmişi olan Nick Spencer’ın eline düşmüş oldu. Spencer, Captain America: Sam Wilson serisinin ilk sayısından itibaren sert Amerikan iç siyaseti eleştirileriyle Cumhuriyetçi Fox News kanalının dahi radarına girip tepkiler almaya başladı.

Şimdi, Marvel çizgi romanları, bilhassa da Captain America yayınları hiçbir zaman sosyal meselelerin çok uzağında durmamışlardır, ama ABD insanının ortalama politika ve ideoloji bilgisi, Türkiye örneğindeki gibi toplumsal yaşamın bu cepheden gelen gelişmelerle doğrudan etkilendiği milletlerle bir değil elbette. Çizgi roman yazarları kümesi de haliyle bunun yansıması bir dağılımda. Nick Spencer, bir söylem geliştirmenin ötesinde bu konu başlıklarında nitelikli bir şekilde top koşturabilen yegane isim denilebilir.  

Spencer’ın Marvel Evreni dinamikleri içinde kurgusal zeminler hazırladığı, toplumsal meselelere ağırlık veren bu hikayeleri Steve Rogers’ın büyük dönüşünü gerçekleştirdiği Captain America: Steve Rogers serisinin de eklenişiyle daha da genişledi ve toplumsal sözleşme nerelerden incelip kopabilir gibi sorular eşliğinde o dünyayı sallayacak bir büyük olaylar zinciri kurulmaya başlandı. Steve’in ilgili serinin başlangıcında ağzından çıkan “Hail Hydra.” sözü Steve Rogers’ı muhteşem bir kötüye dönüştürecek yeni bir sürecin kapısını açtı ve çözümlenmesini göreceğimiz Secret Empire eventine tam gaz ilerlemeye başladık.

Spencer’ın Captain America döneminin finali niteliğindeki Secret Empire çok da tatmin edici bir iş olamadı. Ancak yazar bana göre tüm bu süreçte güçlü olduğu yanlarını da kullanarak hırslı bir öykü anlatmak istedi ve ana fikir de faşizmi en kuvvetli argümanlarıyla semirtip o avantaj sahasında fikirsel anlamda alaşağı etmekti. Bunu da bir Marvel çizgi romanında Nick Spencer’dan başka yapabilecek biri yoktu.

Sitemizdeki bazı alakalı yazılar:
Captain America: Sam Wilson #1-21
Secret Empire #0 – 10
Türkçe Captain America Okuma Önerileri

18. Mark Millar ve Bryan Hitch’in Ultimates’ı

İçerdiği sayılar: Ultimates (2002) #1-13, Ultimates 2 (2005) #1-13

Tuhaf ama, erken 2000’ler popüler kültür ögeleri, bazı yönleriyle 70’lerden ya da 80’lerden daha fazla yaşlanmış durumdalar. 2002 yılında başlayan Ultimates serisinin alametifarikalarından biri de içinde bulunduğu zamanın ruhuna göre yazılıp çizilmesi olduğu için bugün okunduğunda tat vermeyen kısımları mevcut. Ultimate evreni yayınları vaktinde Marvel çizgi romanlarına yeni başlayacak okurlara kolay bir giriş kapısı oluşturmak için yaratılmıştı ve yer aldıkları alternatif evren düzleminde kahramanlar yolculuklarına sıfırdan başladıkları için en ön plandaki görev tanımlarından biri “Süper kahramanlar günümüzde ortaya çıksa nasıl olurdu?” sorusu üzerinden hikayeler anlatmaktı.

Ana devamlılıktan ayrışacak etkili bir anlatı oluşturmak için de bu günümüz vurgusu üzerine ağırlık vermek verimli bir tercihti ve Mark Millar da Ultimates’ta 11 Eylül sonrası Amerika’sının nasıl bir süper kahraman ekibi doğurabileceğini irdeledi. Sorun şu ki o “günümüz”, artık günümüz değil.

Bir tarafta içerikteki bu yaşlılık dururken bir diğer taraftan da bu serinin liste kapsamını belirlerken ayrımını yaptığımız “modern” çizgi roman tanımının en önemli temsilcilerinden biri olması da işin ayrı bir cilvesi. Hatta Ultimates’ın Amerikan ekolü içerisinde çizgi roman üreten profesyonel sanatçıları en çok etkileyen serilerden biri olduğunu dahi söyleyebiliriz. Millar ve Hitch ikilisi daha öncesinde farklı zamanlarda çalıştıkları The Authority serisinde diğer yazar (Warren Ellis) ve çizer (Frank Quitely) eşleriyle uyguladıkları widescreen ve decompressed anlatım tarzlarını bir araya geldikleri Ultimates’ta bir adım daha öteye taşıdılar. Bu tanımların kısa bir tarifini yapmak gerekirse yavaş akarak her bir sahnenin önemini ön plana çıkaran konu ilerleyişi ve sinematik açılara imkan sağlayan geniş panel kullanımı sunulması diyebiliriz. Bu yenilikçi yaklaşımlar zaman içinde aylık dergilerdeki üretim hızına ayak uyduracak şekilde dengelendiler ve sonucunda bugünün Amerikan çizgi roman anlayışı doğdu.  

İçerik kısmına dönecek olursak Ultimates’ın 2000’ler ruhunun ötesinde masaya koyduğu fikirlerin büyük bir bölümünü 2008’den beri Marvel Sinema Evreni filmlerinde bol bol görüyoruz aslında. Avengers’ın kuruluşuna SHIELD ve Nick Fury’nin insiyatifinin önayak olması gibi temel konsept parçalarından tutun da karakterlerin arasında geçen ufak tefek diyaloglar ve esprilere kadar hepi topu 26 sayıdan oluşan bu serinin sinemada bir şekilde karşımıza çıkmayan ögesi neredeyse yok. Tabii bazı şeyler fazlasıyla törpülenmiş olarak aktarılıyor zira Ultimates’taki kahraman portreleri alışageldiğimizden bir hayli daha sert.

Captain America, Iron Man ve Thor gibi favori kahramanlarımızı bu evrende çok daha kusurlu insanlar ve kostümü kuşanıp harekete geçme motivasyonları genellikle bizlere ilham veren saf bir iyilikten gelmiyor. Mesela Captain America zamanı geçmiş bir savaş veteranı olmasını yansıtan geri kafalılığıyla yer yer ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe varan tavırlara sahip. Kimi karakterlerinse çok daha affedilemez yönleri var.

Bu bağlamda Ultimates; Avengers filmlerinin kurulduğu temel konseptler üzerinde eylemleri son derece sorgulanabilir kahramanların merkezde olduğu her şeyiyle bir erken 2000’ler ürünü olarak özetlenebilir ki bunu eğlenceli bulmayan neyden keyif alır ben bilmiyorum.

Sitemizdeki bazı alakalı yazılar:
Profil: Mark Millar

17. Peter Milligan ve Mike Allred’in X-Force/X-Statix’i

İçerdiği sayılar: X-Force (1991) #116-129, X-Statix (2002) #1-26, X-Statix Presents: Dead Girl (2006) #1-5, X-Cellent (2022) #1-5

2000 yılında Bill Jemas’ın şirkette yayıncı pozisyonuna yükselmesi ve hiç vakit kaybetmeden halihazırda Marvel Knights projesi gibi dikkat çeken başarıları olan kankası Joe Quesada’yı baş editörlük pozisyonuna getirmesiyle başlayan süreci, Marvel tarihindeki en progresif yayın politikaları güdülen yıllar olarak saptayabiliriz. Quesada, bu dönemde gerek çizgi roman sektörünün farklı köşelerinden gerekse de tümüyle sektör dışından dikkat çeken çeşitli isimleri Marvel çatısında bir şeyler üretmeye ikna etti. Peter Milligan ve Mike Allred de bu çabanın meyvelerinden ikisi olarak X-Force’un başına geçtiler. Bu seri, ilgili yılların en önemli işi kesinlikle değil, ama yakaladığı kreatif özgürlüğü sonuna kadar sömürmesiyle en imza işi olabilir.

Yeni dönemi başlatan 116. sayı, henüz yayına çıkmadan tartışma yarattı, zira yıllardır sektöre kan kusturan bağımsız denetleme kuruluşu Comics Code Authority, bu sayının içeriğine aşırı grafik şiddet gerekçesiyle onay vermedi ve bunun sonucunda da Marvel onyıllardan sonra “Ulan biz hakikaten hala niye uğraşıyoruz ki?” farkındalığına vararak çizgi romanlarını CCA’in onayına yollamayı tümden bırakmaya karar verdi.

O noktaya kadarki tüm X-Force konseptinin çöpe atıldığı bu sayıda yepyeni bir X-Force takımıyla tanışıyorduk. Mutantların toplum tarafından nefrete ve ayrımcılığa uğraması genel fikrinin tam aksine televizyon yıldızı statüsüne sahip bir ekibimiz vardı bu sefer. Maceraları bir realite şovda yayınlanıyordu ve ekip üyeleri tam birer ünlü hayatı yaşıyorlardı. İlk sayıda lider konumundaki Zeitgeist’ın anlatımıyla ekip iyice tanıtılıyordu ve ardından beraberce bir göreve çıkılıyordu ki BAM!

Sayının sonunda Zeitgeist dahil karakterlerin büyük bölümü korkunç şekilde can veriyorlardı. Bir sonraki sayıda ölenlerin yerlerini dolduracak karakterlerin eklenmesiyle asıl kadromuz oluşuyordu ancak ilk sayıdan edinilen bu tecrübe ile her karakterin her an beklenmedik bir şekilde ölebileceği düşüncesi aklınızın bir köşesinde daimi olarak yer ediyordu.

Şöhret basamaklarını tırmanmak için her bedeli ödemeye hazır olan bu insanların dünyasını biz de aynı bir realite şov izler gibi “acaba bu hafta adaya kim veda edecek” diye okuyorduk. Aslında Marvel Evreni’nde ölümün etkili bir hikaye aracı olmaktan çıkalı çok oluyor ama X-Force/X-Statix’te bağ kurduğumuz karakterlerin tamamı o seriye özgü yaratılmış olduklarından Marvel kural kitapçığındaki ölümden geri dönme maddesinin bu ekip için pek geçerli olmadığının bilinciyle takip edebiliyordunuz.

Kocaman bir şov dünyası hicvi olarak özetlenebilecek bu serinin en özel unsurlarından biri de şüphesiz Mike Allred’in muhteşem çizimleriydi. 50’lerin pop art kültürünü Jack Kirby’den aldığı esinlenmelerle birleştiren Allred, işleri tek bir bakışta bile ayırt edilebilecek sanatçılardan. Kendisinin pas geçtiği birkaç sayıda da yine benzer sularda kendi tarzlarını yaratabilmiş Darwyn Cooke ve Paul Pope gibi çizerler Milligan’a eşlik ediyordu.

Milligan ve Allred ikilisi bu işlerinden kendileri de pek keyif almış olacaklar ki o kadar zaman sonra bu sene X-Cellent serisiyle konsepte geri dönüş yaptılar ve aynı tas aynı hamam devam ediyorlar. 

Sitemizdeki bazı alakalı yazılar:
X-Force #116-129 / X-Statix

16. Grant Morrison’un New X-Men’i

İçerdiği sayılar: New X-Men (2001) #114-154, New X-Men Annual 2001

Bir önceki maddemizde Milligan ve Allred’in X-Force/X-Statix’i için Marvel’ın farklı bir şeyler denediği ilgili yılların en önemli serisi değil dedik ya hani, işte bu payeyi Grant Morrison’un New X-Men’ine verebiliriz aslında. New X-Men, Morrison’un şanlı kariyeri boyunca Marvel için yaptığı tek uzun soluklu iş, ama neyse ki kendisinin yazarlık stilini tanımlayan neredeyse tüm unsurları bu 41 sayı içerisinde uygulama halinde görmek mümkündü.

New X-Men serisi bu süreçte X-Men markasının amiral gemisi olarak konumlandırıldı, yani mutantların geleceğini tayin etme yetkisi Morrison’a verilmişti. Morrison ilk iş olarak artık sayısı on milyonlara ulaşmış mutant popülasyonunun çok büyük bir oranını öldürdü. Bu vesileyle devam eden 18 yıl boyunca – yani Hickman’ın House of X / Powers of X’ine dek – çıkan tüm X-Men öykülerinin belirleyici bir parçası olacak “mutantların soylarının tükenme tehdidi altında yaşaması” durumunu yaratmış oldu.

Morrison’un serinin belkemiğini oluşturan karakterlerin her biri için de çeşitli fikirleri vardı ve bunları da hızlıca deveye soktu. Kendi stilinden alışık olduğumuz üzere Morrison’un kimi zaman kurgusuna bir şey katmayacağına inandığı kısımları elerken gördük. Mesela Beast ikincil mutasyonla iyice kedigil bir form almıştı ama bu ne ara oldu, nasıl bir metamorfoz yaşadı pek önemli olmadığından biz okurlara verilen kısım; karakterin ve çevresinin ilk şoku atlatma süreci değil, Beast gibi entelektüel bir adamın kendi doğasını kabullenme mücadelesi ve bu mutasyonların sonunda benliğini kaybetme korkularıyla yüzleşmesiydi.

Bir diğer Morrison klasiği olan süper kahramanların birikmiş bunalımları ise Scott Summers ve Jean Grey’in evliliğinde kendini gösterdi. 50 yıldır her ay bir ya da iki dergide boy gösteren bir karakterseniz eğer, bir ömre yirmi kişiye yetecek hayat sığdırdınız demektir. Morrison, DC ve Marvel gibi sürekliliği olan evrenlerde süper kahramanların yaşadığı bu absürt sayıda fazla tecrübenin karakterler üzerinde ne gibi etkiler yapması gerektiğini irdelemeyi seviyor. İşte buradan aldığı yetkiyle Scott ve Jean’in evliliğin sürdürülemeyeceğini ortaya koydu ve Scott Summers için bambaşka bir yol çizmeye başladı. Morrison’dan sonraki yazarların da bu yoldan devam etmesi üzerine Scott’ın tüm mutant ırkının önderi haline geleceği 2000’li yılların en büyük karakter gelişim arkı böylece doğmuş oldu.

Morrison, anlattığı hikayelerde hep Chris Claremont ve John Byrne’ün klasikleşmiş çizgi romanlardaki genel konseptleri teker teker ziyaret etti ve her defasında da bunlarla daha farklı neler yapılabileceğini göstererek X-Men’i bir nevi 21. yüzyıla taşıdı. Yalnızca sondan bir önceki öykü Planet X, buna bir istisna oluşturdu ve kısacası saçma sapan işler oldu. Neyse ki, bu öykünün bazı noktaları Morrison gider gitmez retcon’a uğradı ve diğer tüm fikirlerinin aksine ileriye dönük sonuçları olmadı.

Seriyi aşağıya çeken en büyük faktörse maalesef görsel bir tutarlılığın sağlanamamasıydı. Morrison’a pek çok kez ortaklık eden Frank Quitely normalde bu serinin de asıl çizeri olacaktı ancak kendisi toplamda yalnızca 10 sayıyı çizebildi. İkincil olarak belirlenen çizerlerde de sorun çıkınca hem aceleye getirilerek çizilmiş sayılar ortaya çıktı hem de bir görsel dil oturtulamadı.

Sitemizdeki bazı alakalı yazılar:
Cyclops – “Sen Neden Böyle Oldun Yavrum?”
Batman R.I.P. ve Grant Morrison Üzerine Notlar