Özel Dosyalar

Cyclops – “Sen Neden Böyle Oldun Yavrum?”

Avengers vs. X-Men’i, kendi içinde bir hikaye olarak okumak mümkün olduğu gibi, aynı zamanda – AvX ile ilgili detaylı yorum yazısında da uzun uzun değineceğim gibi – Marvel’ın House of M’den, veya hemen öncesini de ele almak istiyorsak, Avengers Disassembled’dan beri devam etmekte olan “büyük” hikayesinin son halkası olarak okumak da mümkün.

Fakat, ben seriden alınabilecek keyfi biraz daha arttırabilecek üçüncü bir perspektif daha olduğunu düşünüyorum: Avengers vs. X-Men, Grant Morrison döneminden beri devam etmekte olan “Scott Summers karakter gelişimi” sürecinin doruk noktalarından birisi. 

Avengers vs. X-Men ilk duyurulduğunda, serinin ana karakterlerinin Hope Summers ve Scarlet Witch olacağını tahmin ediyorduk. Her ne kadar bu karakterler serinin gidişatında önemli roller oynasalar ve çözümün en temel iki parçası olarak karşımıza çıksalar da, serinin ana karakteri – eğer bu kadar kalabalık bir seride, tek bir ana karakterden söz edilebilirse- kesinlikle Cyclops’tu.

Gerek Avengers vs. X-Men’i incelerken, gerek Formspring’den sorular cevaplarken, Scott Summers’ın başarılı ve istikrarlı karakter gelişiminden sık sık bahsettim. Şimdi de, Avengers vs. X-Men ile ilgili genel yazımı yazmaya başlamadan önce, aksi takdirde o yazının çok büyük bir kısmını oluşturacak bu konuyu, yani Cyclops’un karakter gelişimi konusunu aradan çıkartmak istiyorum.

Tabi konumuz bir karakterin “değişimi ve gelişimi” olduğu için, öncelikle bu karakterin “orijinal konumunu” ele almamız, yani, “karakter gelişimi” ile neler değiştiğine bakmadan önce, bu karakterin sıfır noktasında nasıl bir karakter olduğuna göz atmamız gerekiyor.

Bu görece sıkıcı bölümü, olabildiğince kısa tutmaya çalışacağım. Karakter gelişim süreci başlamadan önce, Cyclops temel olarak basit, tek boyutlu ve açıkçası, biraz sıkıcı bir karakterdi. Evet, X-Men takımının lideri ve ekibin en meşhur figürlerinden biriydi; fakat “takımın lideri ve esas oğlanı” olmanın dışında, fazla bir olayı yoktu.

Cyclops’un 1970’lerdan 1990’ların sonuna kadar yaşadığı tüm olaylara bakarak karakterini uzun uzadıya anlatmak gibi bir niyetim yok. Kısaca ve birkaç sıfatla özetlemek gerekirse, bu dönem içinde Cyclops, kahraman ve lider tanımlarına neredeyse kelimesi kelimesine uyan, hatta bir anlamda bu terimlere uyması için yaratılan, her şeyden önce Xavier’ın altın çocuğu, manevi anlamda “Xavier’ın oğlu, halefi” denebilecek, saygılı, kendine güvenen fakat ukala olmayan, efendi, düzgün bir arkadaşımızdı. Hatta, X-Men okuyucularının aşina olacağı “Cyclops – Wolverine” rekabetinin temelleri de, Wolverine’in aykırı doğası ile, Cyclops’un düzgün, kuralcı doğası arasındaki çekişmeye dayanıyordu. 

Peki, daha sonra ne oldu? Bir “esas oğlan”ın sahip olması gereken tüm özelliklere sahip olan bir karakter olarak karşımıza çıkan Scott Summers, ne oldu da, bütün mutant ırkının devamı için her şeyi göze alan, çocukları savaşa göndermekten çekinmeyen, hatta Phoenix Force’u tamamen sahiplenip, Avengers ekibine uzun yıllardır yaşamadıkları kadar zor günler geçirten, neredeyse faşist bir mutant diktatörüne dönüştü?

Bu sorunun, tek bir cevabı olmadığını, Cyclops’un bu döneme uzun süreli pek çok olayla geldiğini, ve her şeyin başladığı kesin bir noktanın olmadığını söylememi bekleyebilirsiniz. Açıkçası, hayır, Cyclops’un karakterinin büyük bir değişime uğradığı, tek bir olay, benim “0 Noktası” dediğim bir gelişme aslında vardı.

Fakat, bu gelişmeden önce de, Cyclops’un hayatı hiç kolay değildi. Başta Jean Grey’in Phoenix ile yaşadıkları ve ölümü olmak üzere [Jean’in klonu] Madelyne Prior ile evliliği ve Madelyne’in Goblin Queen’e dönüşmesi, birkaç kez X-Men’den ayrılması, oğlu Nathan’ın geleceğe götürülerek kendisinden ayrılması ve benzeri pek çok olay, Cyclops’u normal bir insanın yaşadığından çok daha fazla duygusal strese maruz bırakmıştı. Aynı zamanda, yıllar boyunca X-Men takımının liderliğini ve “Xavier’ın en güvendiği X-Adamı” olma sorumluluğunu da omuzlarında taşıdığından, psikolojik olarak da ciddi bir baskı altındaydı.

Dolayısıyla, “0 Noktası”ndan da önce, Cyclops’un karakter gelişimini negatif yönde etkileyebilecek pek çok olay yaşanmıştı. Yine de, bu tek olay, ideal X-Adam Cyclops’u götürüp, yerine çok daha karanlık, çok daha sert ve çok daha acımasız bir Cyclops gelmesinde en büyük faktördü.

Peki, neydi bu “0 Noktası”?

2000 yılındaki “Apocalypse: The Twelve” hikayesi, ve bunun bir anlamda devamı olan “The Search for Cyclops” serisi. 

Bu hikayede, sınırsız güce ulaşmanın yolunun, Dünya üzerindeki farklı “kavramları” simgeleyen on iki mutantı ele geçirip onların gücünü kendine aktarmak olduğunu düşünen Apocalypse, bu on iki mutantı ele geçirmeyi başarıyor, ve hepsinin gücünü – bu kadar büyük miktarda enerjiyi kaldırabilecek bir bedene – Nate Grey’in bedenine aktarmayı planlıyordu.

Planı neredeyse başarılı olacakken, son anda kendisini Nate Grey’in yerine geçerek durduran kişi Cyclops oluyor – fakat Cyke kendini feda etmeyi düşünürken, tamamen beklenmedik bir şey gerçekleşiyor – ve Cyclops ile Apocalypse, tek bir bedende birleşiyordu:

Bu bedenin kontrolü de Apocalypse’de olduğu için, etraftaki tüm mutantlar, Cyclops’un öldüğüne inanıyor ve onun ölümünü kabulleniyorlardı. Cyclops’un hala kurtarılabileceğine, ölmemiş olabileceğine inanan ise, sadece iki kişi vardı: Cable, ve bu ihtimale Cable’dan da çok inanan Jean Grey.

Bu ikilinin, Cyclops’un kurtarılabileceğine dair inançları, bir süre sonra yayınlanan “The Search for Cyclops” hikayesinde gerçeğe dönüşüyordu. Jean Grey ve Cable, Mısır’a giderek “Cyclopalypse”i buluyor, Cyclops ile Apocalypse’ın “ruhlarını” birbirlerinden ayırıyorlardı. Cable’ın, serinin sonunda Apocalypse’in bilincini yok ederek, bir anlamda “kaderini” de gerçekleştirmesiyle, her şey mutlu sonla bitmiş gibi gözüküyordu.

Cyclops’un X-Men ailesi içindeki rolünün değişimi ise, bu “mutlu son”dan sadece birkaç panel sonra, Cable’a söylenen şu sözler, ve Apocalypse’in yardımcısı Ozymandias’ın şu tespiti ile başlıyordu:

“Karanlık” Cyclops

Cyclops’un, Apocalypse ile birleşmesinden sonra, karakter gelişimini daha “karanlık” bir doğrultuda devam ettirebilmesinin temel sebebi, bu hikayenin hemen ardından X-Men serisini Grant Morrison’un devralması oldu. New X-Men adıyla X-Adamları yeniden kurgulamaya koyulan Morrison, Cyclops’u daha aykırı, daha sert, daha acımasız ve daha duygusuz bir karakter olarak yazmaya başladı. Böylece, Apocalypse ile birleşmesi, çizgi romanlarda çok sık gördüğümüz “unutulmuş, önemli olabilecek küçük olaylar”dan biri olmaktan kurtuldu, ve Cyclops’un karakteri üzerinde sürekli bir etkiye sahip oldu.

Cyclops’un karakter değişimi, ilk olarak kendisinin ikili ilişkilerinde ortaya çıkmaya başladı. Ne olursa olsun her zaman kendini en yakın hissettiği insan olan Jean Grey’den yavaş yavaş “soğumaya” başlayan Cyclops, ilerleyen sayılarda Apocalypse ile olan birleşmesini de bahane ederek Jean’den uzak durmaya başladı. Bu yeni edindiği yalnızlık huyu, onu Jean’de bulamadığı rahatlığı, Wolverine ve (X-Men takımına kendi kattığı, daha sonra Magneto olduğu açıklanacak) Xorn ile yakınlaşmaya itti, ve bu karakterlerin daha sert tutumları da Cyclops’un karakter gelişimini ciddi anlamda etkiledi.

Tabi “Cyke” git gide daha dikkat çekici, daha ön plana çıkan bir karakter haline gelince, bu da okuyucuların kendisine “X-Men’in rutin lideri” dışında bakmaya başlamasına sebep oldu, ve pek çok X-Men hayranı bu yeni, karanlık Cyclops’tan – bir fikir olarak, yani karakterin işlenişi bakımından değil – doğrudan nefret etmeye başladı.

Bu nefretin altında yatan en büyük nedenlerden biri ise, Jean’den uzaklaştığı dönemde, Cyclops’un git gide Emma Frost ile yakınlaşması, ve Jean’in ölümünden sonra da, Emma ile bir çift olarak X-Men’in liderliğini üstlenmesiydi. Her ne kadar, benim de dahil olduğum bir grup, Cyke’ın “geleneksel aşkı” Jean’i bırakıp, Emma’yla ciddi ve uzun süreli bir ilişki yaşamasına “karşı” olsa da, Emma Frost ile birlikteliği Cyclops’un git gide değişmekte olan karakterinin en çarpıcı yanlarından biri haline geldi. Bunu Jean Grey’in ölümünden sonra – her ne kadar Jean’in “onayı” ile yapmış olsa da – devam ettirmesi ise, Cyclops’u normalde olacağından belki daha da antipatik hale soktu. İnternet ortamında kendisini sevmeyenler tarafından kullanılan “Dickclops” lakabının da çıkış noktası oldu.

Morrison döneminin sonrasında da, Cyclops’un karakteri aynı istikrarda devam etti. Ama, zaten enteresan bir doğrultuda devam etmekte olan karakter ivmesi, en az kendisinin Apocalypse ile birleşmesi kadar travmatik ikinci bir olay nedeniyle, aynı ölçüde enteresan farklı bir boyut daha kazandı.

Eğer Cyclops’un karakter grafiğinde, “Apocalypse ile birleşme” benim bu yazıda dediğim gibi, “0 Noktası” ise, onun karakterine bambaşka bir boyut katan “1 Noktası”, kesinlikle M-Day, yani Scarlet Witch’in “No More Mutants” lafı ile mutant popülasyonunun yüzde doksan dokuzunun güçlerini kaybettiği andı. 

Bu ana kadar, “karanlık tarafa” geçişini, İngilizce bir kavram kullanacak olusak, kendi içinde bir “asshole”a dönüşerek yaşamakta olan Cyclops, M-Day ile birlikte çok farklı bir sorumluluğun altına girdi. X-Men ekibinin dünya üzerinde kalan aşağı yukarı 300 mutanta kapısını açmasıyla birlikte, Cyclops mutantların yok oluşa en çok yaklaştığı dönemde, kendisini sadece yeni X-Adamların eğitildiği okulun müdürü olarak değil, aynı zamanda bütün bir ırkın tek ve tartışılmaz lideri olarak buldu. 2000’lerin başındaki değişimine kadar, zaman zaman X-Men’in liderliği konusunda bile sıkıntı yaşayan, kendine güven eksikliği duyan Scott Summers, bu dönem içinde geçirdiği değişimlerin ne kadar ciddi boyutta olduğunu da, bu dönemde göstermeye başladı.

Cyclops, Xavier ve Magneto

Mutant ırkının tek lideri olma sorumluluğunu kararlılıkla üstlenen Cyclops, takımı önce New York’tan San Fransisco’ya taşımak, daha sonra da, Norman Osborn döneminde, Utopia adlı bir adada kendi bağımsızlığını ilan etmek gibi dramatik hamlelerle, mutant ırkını koruma çalışmalarına başladı. Bununla birlikte, elindeki tüm silahları kullanmaktan çekinmeyen bir adam haline de gelen Cyclops, X-Force gibi bir öldürücü ekip yaratmak gibi, gerektiği takdirde en tanınmış, en sakin mutantları (Beast gibi) Utopia’dan uzaklaştırmak gibi, aşırı hareketlere girse de, yıllar boyunca Xavier ve Magneto gibi son derece etkili mutantların yapamadığını gerçekleştirdi, ve bütün ırkı tek bir çatı altında toplamayı başardı.

Burada, Xavier’dan bahsetmişken, Cyclops ile Charles Xavier arasındaki ilişkinin nasıl değiştiğine değinmek de elbette çok önemli. Bütün X-Men ailesi içinde, Cyclops’un Jean Grey’den daha yakın olduğu tek bir isim varsa, o da Charles Xavier’dı. Cyclops’un bütün gençliği, Xavier tarafından eğitilmekle, Xavier’ın rüyasına inanmakla, bu rüya için aktif olarak savaşmakla ve Xavier’ın en güvendiği adam olmakla geçmişti.

Üstelik, babası Corsair’ın yanında olmaması nedeniyle, Xavier bütün bunların yanı sıra, Cyclops için son derece önemli bir baba figürüydü.

Buna karşın, son yıllardaki hikayelerde, Cyclops – Xavier ilişkisi, iki anlamda da çok ciddi bir değişim geçirdi. Kişisel anlamda, birbirlerine son derece güvenen bir “baba – oğul” ilişkisine sahip olan Cyclops ve Xavier, Deadly Genesis hikayesi sonrasında, birbirlerinden tamamen kopma noktasına geldiler. Xavier’ın, Cyclops’un kardeşi Vulcan’ın varlığını yıllar boyunca X-Men’den gizlemiş olması, hatta takımın bu karakterin varlığını hatırlamaması için onların zihinleriyle oynamış olması gerçeğinin ortaya çıkmasıyla, Cyclops Xavier ile arasındaki kişisel ilişkiyi büyük ölçüde kesmekle kalmadı, aynı zamanda, Xavier’ı kendi okulundan – M-Day sonrasında artık bir mutant olmadığı gerekçesiyle, “Buraya ait değilsin” sözleriyle – uzaklaştırarak, aynı zamanda “mutant dünyasından” da dışlamış oldu. 

Böylece, Scott Summers, hem kendisini büyüten adamı rahatlıkla hayatından çıkartabilecek sağlamlıkta bir kararlılığa sahip olduğunu gösteriyor, hem mutant dünyasının lideri olarak üstlendiği rolü kesinlikle kaybetmeyeceğini ve riske etmeyeceğini açık bir tavırla ortaya koyuyor, hem de, bütün bu agresif tutumuna rağmen, haklı bir konumda kalmayı başarıyordu.

Cyclops – Xavier ilişkisinin “kişisel anlamda” kopması, başta da söylediğim gibi, işin sadece bir boyutuydu. Her şeye rağmen, Cyclops “Xavier’ın Rüyası” denen olgunun, yani mutantlar ve insanların tüm farklılıklarına rağmen, bir gün barış içinde birlikte yaşayabileceği fikrinin, en temel savunucusu olarak gözüküyordu. Fakat, M – Day sonrasında Dünya üzerinde kalan mutantların sayısının iyice düşmesiyle, Cyclops X-Men takımının görevini, “İnsanlarla mutantların bir arada yaşayabilmesi için ellerinden geleni yapmak” konseptinden tamamen çıkararak, “Mutant ırkının devam edebilmesi için, ne gerekiyorsa yapmak” olarak yeniden tanımladı. 

X-Men çizgi romanlarına aşinaysanız, bu görüşün kimi hatırlattığını size söylememe gerek yok. Marvel’ın da zaman zaman ima ettiği gibi, Cyclops kişisel olarak uzaklaştığı Xavier’dan, ideolojik olarak da uzaklaşırken, yavaş yavaş Magneto’ya yaklaşmaya başladı. Üstelik, mutant ırkını birleştirmek, özgür ve bağımsız mutant topraklarına sahip olmak ve gerektiği zaman mutant ırkının iyiliği için gereken her türlü riski almak gibi açılardan düşünüldüğünde, Cyclops Magneto’ya ideolojik olarak yaklaşmak bir yana, zaman zaman Magneto gibi hareket etmeye de başlıyordu.

“Xavier’dan kişisel olarak uzaklaşma – Xavier’dan ideolojik olarak uzaklaşma – Magneto’ya ideolojik olarak yaklaşma” süreceinin bir sonraki aşaması, “Magneto’ya kişisel olarak yaklaşma” fikri, Cyclops’un tüm karakter değişimine rağmen, hala abartılı bir senaryoydu. Ama, Cyclops’u sertleştirme – karanlıklaştırma sürecine devam eden X-Men yazarları, bu adımı da atmaktan çekinmedi ve Magneto, gerçekten de yeni kurulan Utopia’ya gelerek Cyclops’un yanında yer almaya başladı.

Fakat, Profesör Xavier’ın aksi yöndeki tüm çabalarına rağmen Utopia’da kalan Magneto, tahmin edilebileceği gibi, “Cyclops’un yeni akıl hocası” görevini doldurmak, yani Xavier’ın yerini almak için gelmemişti. Daha ilk andan belli olduğu üzere, Magneto Cyclops’un yanında yer alıyordu, fakat Cyclops’un otoritesine saygı duyuyor, onun yanında ikincil bir rolü kabulleniyordu.

Scott Summers’ın karakteri o kadar güçlü bir hale gelmişti ki, Magneto bile onun liderliği altında çalışmaktan mutluydu.

Xavier – Cyke arasındaki bu rol değişimi ve soğuma, belki de Cyclops’un karakterinin ilk günlerinden itibaren nasıl bir değişim gösterdiğinin en büyük kanıtıydı. Avengers vs. X-Men’in on birinci sayısında, bütün bu olayların ve ilişki sürecinin sonunda, Cyclops’un bir zamanlar akıl hocası, idolü olan Xavier’ı öldürmesi, bana kalırsa bu ilişki ve genel olarak Cyke’ın karakteri açısından inanılmaz kuvvetli bir son oldu. 

Çizgi romanlarda ölümün bir şey ifade etmediğini, Charles Xavier’ın eninde sonunda geri döneceğini söylemek elbette mümkün ve mantıklı. Fakat bana kalırsa, Marvel bu hikayede bu durumu iyi değerlendirdi ve önemli olanın, okuyucular tarafından “Nasıl olsa geri dönecek” şeklinde algılanan “ölen” değil, “öldüren” olduğunu kavradı. Bu açıdan Avengers vs. X-Men, Charles Xavier öldüğü için önemli değil, Charles Xavier, kendi altın çocuğu Scott Summers tarafından öldürüldüğü için önemliydi. 

Tüm Mutantların Lideri

Cyclops – Xavier – Magneto üçgenini uzun bir parantezle ele aldıktan sonra, kaldığımız yerden devam edelim. Mutant ırkının Utopia üzerinde birleşmesinden sonra, Cyclops’un git gide otokratik hale gelmekte olan rejimi, hem kendi karakter gelişimi üzerinde etki sahibi olmaya, hem de kendisine en yakın olan kişileri yavaş yavaş uzaklaştırmaya başladı.

Dark Reign sırasında, kendi ırkına zarar gelmediği sürece dünyada ne olup bittiğini önemsemeyen bir tutumla haraket eden Cyclops, daha sonraki hikayelerde de bu tutumundan vazgeçmedi. Üstelik, bu tavrı, hem Magneto’nun Utopia’ya alınmasıyla şaşkına dönen Xavier’ı yavaş yavaş X-dergilerinde arka plana iterken, hem de Beast’in kendisini ve Utopia’yı terk etmesine yol açtı.

Bu süre içinde, Hope Summers’ın Cable ile birlikte geleceğe gidip, bir “mutant mesihi” olarak yetişmesi fikri de, Cyclops için ayrı bir umut kaynağı haline geldi. Hope’un yeniden zamanımıza geleceğine ve mutant ırkını kurtaracağına gönülden inanmaya başlayan Cyclops, “Hope’un korunması”nı “Mutant ırkının korunması” ile eşanlamlı olarak görmeye başladı. Bu da, Avengers vs. X-Men serilerinin temelinde önemli bir rol oynayacak “Hope” figürü açısından, kayda değer bir istikrar sağladı.

Cyclops’un karakterine darbe vuran bir başka önemli olay ise, elbette X-Men: Schism oldu. Schism pek çok açıdan başarısız bir “event”ti, fakat Grant Morrison döneminden beri, aralarındaki farkları (biraz da birbirlerine daha çok benzeyerek) aşmış ve birbirine sonuna kadar güvenen iki adam haline gelmiş Wolverine ve Cyclops, Cyclops’un git gide faşistleşen ve mutant ırkını korumak için çocukları bile tehlikeye atmaktan çekinmeyen tutumu nedeniyle, birbirleriyle ciddi bir kavga ettiler, ve bu kavga, Cyke tarafından sağlanan “mutant birliğinin” bir derece bozulmasıyla sona erdi.

Utopia’dan ayrılarak, Weschester’a, X-Men’in asıl ait olduğu yere dönen Wolverine, burada mutant okulunu yeniden açtı. Bu hikayenin belki de en önemli “alt metni”, Cyclops’un artık Wolverine’in bile kaldıramayacağı seviyede işlere giriştiği yönündeydi, ki “badass” hareketleri Cyclops’un yaptığı, sağduyulu davrananın Wolverine olduğu Schism serisi, bu özelliği nedeniyle eleştrilse de, Cyclops’un geldiği noktayı açıklama açısından faydalı bir seri oldu.

Burada, bir ufak parantez daha açarak, X-Men yazarlarının Cyclops konusunda doğru yaptığı bir şeyi daha eklemek istiyorum. Özellikle Wolverine ile yaşadığı Schism hikayesinden sonra, Scott Summers’ın artık bir kahraman falan olmadığı çok aşikardı. Bu noktada, zaten herkes kendisinden bir karakter olarak nefret ederken, zaten arkasında yıllardır kötüye gitmekte olan bir karakter gelişimi varken, Marvel acele etmedi ve Scott Summers’ı bir “villian”a dönüştürme sürecinde paniklemedi.

Hope Summers’ın büyümesini ve gelecekteki yaşam mücadelesini anlatan Cable serisinde, gelecekten gelen iki karakter Cable ile Bishop’un birbirleriyle karşı karşıya geldiğini görmüştük. Cable, kendi geleceğinde Hope’un bir kurtarıcı olduğunu söylüyor, Bishop ise, kendi geleceği hakkında tam tersini iddia ediyor, Hope’un mutant ırkı için felaket olacağını savunuyordu.

Çıkış olarak her ikisi de birer “kahraman” olan bu karakterlerin fikir ayrılıkları, aslında çok kuvvetli bir olay örgüsü ve kompleks bir hikaye imkanı yaratıyordu. Buna karşın, serinin yazarı Duane Swierczynski, Bishop’u bir “villain” haline getirmekte fazla acele etti, ve sonuç olarak Cable “kesinlikle iyi” adamken, Bishop ağzından salyalar saçarak manyak gibi Hope’u öldürmeye çalışan kötü adam rolüne düştü.

Cyclops’da ise, Swierczynski’nin Bishop’ta yaptığı hata tekrarlanmadı.

Avengers vs. X-Men ve Son Yorumlar

Gelelim yazımızın çıkış noktasına. Yazının başında dediğimi, sonunda bir kez daha tekrarlıyorum: Avengers vs. X-Men, Cyclops’un karakter gelişimi bakımından okunduğunda, aslında tatmin edici bir seriydi. Apocalypse ile birleştikten sonra kişisel olarak daha “anti – kahraman”ımsı bir şekle bürünen, M-Day’den sonra mutant ırkının lideri ve kurtarıcısı rolünü üstlenen Cyclops, bu seride “mutantlığı yeniden hayata döndürmek” için ne kadar ileri gideceğini açık bir şekilde ortaya koydu.

Bu seride, Cyclops’un karakter gelişimi konusunda negatif olan tek şey, Cyke’ın bir noktada Phoenix ile birleşmesiydi. “Phoenix Five” denen olguyu, ve Cyclops’un bu ekip içindeki yerini, bana kalırsa üç açıdan incelemek mümkün:

1 – Kesinlikle, ciddiye alınmaması gereken saçma sapan bir olaydı. Bununla ilgili kalan youmlarımı AvX genel yorum yazıma bırakıyorum.

2 – Cyclops’un karakter gelişimi açısından bakıldığında da aslında negatif bir durumdu. Çünkü, bunca yıldır gelişen Cyclops, bu seride Phoenix Force ile birleştiği ve karakterin “final noktası” bu seri olduğu için, okuyucuların aklına şu soru düşecekti: Acaba, Cyclops’un karakterinin geleceği nokta gerçekten bu muydu, yoksa yaptıklarını ona Phoenix Force’u kontrol edememek mi yaptırdı?

3 – Bu sorunun gayet meşru ve haklı bir soru olduğunu kabul etmekle birlikte, aynı zamanda çok da önemli olmadığına dikkat çekmek istiyorum, çünkü Cyclops kontrolünü kaybetmedi. On birinci sayıdaki Dark Phoenix haline dönüşene kadar, tüm yaptıklarına rağmen, Cyclops Phoenix Five içindeki en sağlam üyeydi, ve tüm karakterlerin aksine, kendisine karşı yapılan tüm baskıya karşın, Phoenix Force ile uğraşan biri için, son derece kontrollüydü. Hatta, Profesör Xavier’ı öldürdüğü sahnede bile – mutlaka yaptığında Phoenix’in payı olsa da – Cyclops’un yüzde yüz delirmemiş olduğu açıkça görülebiliyordu.

Zaten, Avengers vs. X-Men serisinde Cyclops karakterinin geldiği noktayı asıl gösteren sahneler, Cyke’ın yakalanmasından sonra gerçkekleşen olaylardı. Yakalanmasına rağmen, yeni mutantların ortaya çıktığını öğrenmesiyle, Cyclops bunun aslında kendi zaferi olduğunu, çünkü başından beri yapmak için uğraştığı şeyi, mutant ırkını geri getirmeyi başardığını gördü. Üstelik, son incelemesini yaptığım AvX sayısı Uncanny X-Men # 19’un sonundaki şu sahne, Cyclops’un artık bu ideale, belki de kendi benliğinden fazla bağlandığını, bir başka deyişle, bu “Summers’ Dream” peşinde akıl sağlığını feda ettiğini gösterir nitelikteydi:

Peki, bu kadar anlattık, ama biraz da asıl soruya değinelim: Cyclops’un bu karakter gelişimi, neden bu kadar başarılıydı? Cyclops’un hikayesini takip etmek bir okuyucu için neden keyifliydi?

Bu yazıyı yazarken, bir noktada “Cyclops’un artık bir kahraman olmadığını” söyleyeceğimi biliyordum, ve bunun için de yerine alternatifler düşünmeye başladım. Bir kahramandan, “kötü adam”a, yani villain’a geçiş sürecinden bahsetmek istemiyordum, çünkü Cyclops henüz tam anlamıyla bir “villain” değildi. Bariz bir şekilde akla gelen anti-kahraman kavramını da kullanmak istemedim, çünkü Cyclops’un gerçekten de, kahramanlıkla pek bir alakası kalmamıştı; çoğu anti kahramanın aksine, Cyclops “sorgulanabilir yollar kullanarak iyilik” yapmıyor, sorgulanabilir yollar kullanarak sadece kendi değerlerini savunuyordu. İnternette bir yerde karşıma çıkan “anti – villain” kavramı da, Cyclops ne olursa olsun Schism ve AvX gibi hikayelerde “villain” rolünü üstlense de, tanımlardaki çeşitlilik ve genişlik nedeniyle çok kafama yatmadı.

Bir tanım bulmanın bu kadar zor olmasının sebeplerini düşündüğümde ise, asıl sebebin Cyclops’un son derece gerçekçi bir karakter haline gelmesi olduğunu fark ettim. Onun karakter gelişiminden bu kadar sık bahsetmemin temel nedeni de buydu: Cyclops bir kahraman, bir kötü adam, ya da karizmatik bir anti kahraman değildi, sadece omuzlarındaki ağır sorumluluğu taşıyabilmek için elinden geleni yapan, sahip olduğu ideallere ulaşmak için her şeyi göze alan ve “halkı” dışında kimsenin kendisine nasıl baktığını umursamayan bir liderdi.

Üstelik, X-serisi yazarlarının, sık sık Cyclops’un zayıf yanlarına da odaklanmaları; Scott’un sürekli Emma’nın duygusal desteğine ihtiyaç duyması, kendini sık sık yalnız hissetmesi ve istemeden, gönülsüzce aldığı kararları sırf kendinden emin gözükmek için sert bir yüzle uygulaması, onun okuyucular tarafından daha da iyi anlaşılmasına sebep oldu. Cyclops’u daha da empati kurulabilir bir hale getiren bir başka özellik ise, zaman zaman aldığı kararları, dönüşmekte olduğu bu adamı kendisinin de sorgulamasıydı. Bu sayede, okuyucuların Cyclops’a sempatisi biraz daha artabiliyordu, çünkü birinci elden, onun yaptıklarını her zaman isteyerek yapmadığını, dönüşmekte olduğu bu yeni adamı kendisinin de sorguladığını görebiliyorlardı.

Sonuç olarak, Cyclops, 2000’li yılların başında en klişe Marvel karakterlerinden biriyken, 2010’lu yıllarda, bütün evrendeki en enteresan karakterlerden biri haline geldi. Avengers vs. X-Men hikayesi, tartışmasız olarak bu karakter gelişiminin climax’i, doruk noktasıydı. Marvel, bu karakter gelişimini başarıyla noktalasa da, tercih edebileceği bir başka tatmin edici seçeneği, Cyclops’u öldürmeyi, tercih etmedi.

Bu da, öyle ya da böyle, Scott Summers’ın yeniden inşa edilmekte olan Marvel Evreni’nde kendine yer bulacağı anlamına geliyor. AvX Cyclops’un gelişiminin son noktası mı olacak, yoksa bu karakter, bir şekilde daha da ilginç hale gelecek mi, bunu görmek için Marvel NOW’un şekillenmesini beklemekten başka yapabilecek bir şey yok.