Marvel Comics İncelemeleri

The Marvels (2021) – Kurt Busiek, Yıldıray Çınar ve Siancong

Kurt Busiek, Amerikan çizgi roman ekolünün çıkardığı en saygıdeğer yazarlardan biri. Kariyeri zamana meydan okuyan işlerden onlarcasıyla dolu. Örneğin, Marvel ve DC’nin yakın tarihteki en önemli crossover projesi olan JLA/Avengers mini serisinin yazarı olarak hatırlanabilir. Kendisini sektörde bir süper yıldız konumuna getiren işse 1994 yılında Alex Ross’la beraber çıkardığı Marvels çizgi romanıydı.

Marvels, Marvel çizgi romanlarının o güne kadarki önemli tarihi anlarının geçmişe dönük olarak kısaca ziyaret edildiği dört sayılık bir çizgi romandı. Bu şekilde nostaljiye sırt dayamak, takdir edersiniz ki o zamanlar bile emsali görülmemiş bir fikir falan değildi. Marvels’ın sonrasındaysa çizgi roman dünyasında bu tür işlerin sayısı katlanarak arttı zaten. Yani verdiğim tek cümlelik tanım, Marvels’ın niçin büyük bir başarı olduğunu açıklamaya yetmeyecektir. Tabii pek çok okurun Alex Ross’un muhteşem çizim becerileriyle ilk kez bu işle tanışmış olması, söz konusu başarıdaki en büyük faktör olsa gerek. Bunu inkar edemeyiz ama Kurt Busiek’in de masaya koyduğu özel bir şeyler elbette vardı.

Marvels’da süper kahramanların yıllar boyunca yaşadığı tüm bu önemli maceralara onların değil, o Dünya’da yaşayan sıradan bir insan olan gazete fotoğrafçısı Phil Sheldon’ın bakış açısından tanık olmuştuk. Bu tercih, olay örgüsü için daha derli toplu bir kurguya imkan tanımasının yanında sürekli çılgınca felaketlerin ve sürprizlerin yaşandığı Marvel Evreni’nde sıradan insanların nasıl hisler, korkular ve heyecanlar yaşayabileceğine dair de ilk kez böylesine incelikli bir pencere açıyordu. Yıllardır da bu yönüyle övgülere mazhar olan bir iştir Marvels.

Bu anlatım şeklinin süper kahraman türü içinde insan yönünü daha fazla öne çıkardığı; okur, anlatıcı karakterde belki de kendisini görebildiğinden öyküye bağlanılabilmesini sağladığı gibi yorumlara hiç itirazım yok.  Gelgelelim Kurt Busiek’in kariyerinin ilerleyen yıllarında Astro City gibi işlerle iyiden iyiye mükemmelleştirdiği bu tarzının bir süper kahraman hikayesi anlatmak için neden en iyi yöntemlerden biri olduğu sorusunun cevabı bu cümlelerin biraz daha altında saklı.

Süper kahraman türünü fantezi veya bilim kurgudan ayıran en temel fark şudur: Bilim kurgu veya fantezi kurgusal evrenlerinde bizim dünyamızda karşılığı olmayan olağan dışı ve uçuk konseptler genellikle o dünyaların normları olarak sunulurlar. Süper kahraman dünyalarında ise bu olağanüstü olaylar ve kişiler o dünyanın da normları dışındadırlar.  Doğaüstü yeteneklere veya teknolojilere sahip kişilerin varlığı bu dünyalarda hayatın genel akışını hiçbir zaman kökünden değiştirmez. Örneğin Reed Richards gibi dahiler çok uçuk bilimsel buluşlara imza atabilirler ama bunların beraberinde getireceği teknolojik gelişmelerin endüstriyelleştiğini ve sıradan insanların hayatlarına girdiğini pek az görürüz. Bu da aslına bakarsanız hiç akla mantığa uygun bir durum değildir.

Bu bağlamda Kurt Busiek’in oranın sıradan insanlarına eğilmesinin süper kahraman dünyalarına “gerçekçi” bir bakış kazandırdığı da yanlış bir yaklaşım olacaktır ki kendisi de zaman zaman gelen bu tür yorumlara yıllardır itiraz ediyor. Aksine bu türdeki olay örgüleri bizlere her zaman olağanın dışında bir şeyler okuduğumuzu/izlediğimizi hissettirmelidir ki bir süper kahramanı “süper” yapan değerler korunabilsin. Bu olaylara daha yakından tanık olmasına rağmen şaşırmaya, heyecanlanmaya, korkmaya ve tabii ki hayranlık duymaya devam eden kişilerin bakış açısını kullanmak da bunu sağlamak adına hiç fena bir yöntem değil. Zira süper kahramanları gerekirse birer metafor veya simge olarak kullanarak akla gelebilecek her türlü hikayeyi anlatabilirsiniz ve onların heyecan vericiliğini koruyabildiğiniz sürece İngilizce tabirle bu Larger Than Life figürler, anlatımınızı güçlendirmenize de pek güzel hizmet ederler. İşte Busiek de Marvels’ın ardından başlayıp 25 yıldır aralıklarla devam ettirdiği Astro City serisinde tam olarak bunu yapıyor ve seri, yıllardır istikrarlı bir şekilde türünün en iyi örneklerinden biri olmayı sürdürüyor.

Tabii yazımızın öznesi ne Astro City ne de 1994 tarihli Marvels. Bu serileri henüz okumamışlar için bir tavsiye mahiyetinde olmasının ötesinde böyle uzun bir giriş yapmamın sebebi aslında yazının başlığına ismini veren The Marvels (2021) serisinin nasıl bir potansiyelle yola çıktığını tasvir edebilmekti. Henüz 9 sayısı yayımlanmış olan The Marvels, Kurt Busiek’in uzun bir aradan sonra Marvel’a yazdığı ilk ciddi proje. Yukarıda paragraflarca bahsettiğim her şey de esasında The Marvels’ı kağıt üstünde heyecan verici bir konuma taşıyan birer sebep.

“Anyone. Anywhere. Any time.” sloganıyla yayın hayatına başlayan The Marvels, bu çıkış noktasıyla Busiek’in kendi yarattığı bir kurgusal süper kahramanlar dünyası olan Astro City’de yıllardır yaptığını bu kez Marvel Evreni’nde yapacağının bir mesajını veriyor.  Yani anlatacağı öyküler için farklı bakış açılarından, farklı çevrelerden ve farklı zaman dilimlerinden istediği zemini hazırlayabilme özgürlüğü ve bunun beraberinde getirdiği sonsuz ihtimal. Şimdi bunu söylemişken daha fazla ilerlemeden bazı şeyleri netleştirmekte fayda var. The Marvels ne başka zaman dilimlerinde kendi gerçekliğini yaratan bir alternatif evren öyküsü, ne de pek çok popüler kahramanı içeriğine dahil etmesiyle bir event kitabı. Şu anda belirli bir sayıda final yapma hedefi koymadan devam etmekte olan bir seri The Marvels.

Serinin isim benzerliği taşıdığı 1994 tarihli Marvels’la konusal bir devamlılığı olup olmadığını soracak olursanız da bunun cevabı hayır. Böylesine bir isim tekrarına niçin düşüldüğünü bence şöyle açıklayabiliriz. “Marvel” kelimesi İngilizce dilindeki anlamı itibariyle de Busiek’in işlerinde süper kahramanların öne çıkarmaya çalıştığı yönlerini güzel tanımlıyor. Bu kahramanların kendi psikolojik zorluklarını, kırılganlıklarını görmeye de iyice alışmış ve hatta bundan bir miktar bıkmış olsak da dışarıdan bakan sıradan birisinin gözünden kahramanlar gerçekten de olağanüstü ve mucizevi figürler, yani Marvellar.

The Marvels olay örgüsü içinde farklı zaman dilimlerinden farklı karakterleri odağına alsa da anlatıcı gözüyle bize en sık rehberlik eden ve bizleri bu Marvelların büyülü dünyasına davet eden kişi bu seri için yaratılmış Kevin Schumer adında bir genç. Kevin’in hayatını kazanmaya çalıştığı meşgaleler de aslında serideki bu misyonuyla son derece uyumlu. Kevin, bir yandan amcası Tinkerer için süper kahramanların kısa süre öncesinde dövüştüğü bölgelerde oraya dağılmış ve iş görebilecek araç gereçleri toplarken bir yandan da KSHOOM adında bir mobil uygulama üzerinden kendisine ulaşan turistlere New York’ta bir tur servisi sağlıyor ve süper kahramanların membaı olan bu şehirde onlara biraz aksiyon göstermeye çalışıyor.

Süper kahramanların ne çok uzağında ne de çok yakınında bir karakter Kevin, bu da Busiek’in Astro City öykülerinde merkezine oturttuğu çok sayıda değişik karakterle mükemmelleştirdiği bir mesafe seviyesi. Karakter hem okuru beklenmedik maceralara götürebilecek kadar ilginç bir noktada hem de ilerleyen aşamalarda bunun bir adım ötesine geçip süper kahramanlarla yakın temas kurmaya başladığı anlarda bunun heyecanını sonuna kadar yaşayabilecek kadar bizden biri.

Şu ana dek yayımlanmış 9 sayı itibariyle farklı zaman dilimlerinde geçen olay akışlarının Kevin’in de bir köşesinden dahil olduğu tek bir büyük öyküye hizmet etmesini ve bu zincir boyunca atılan her bağın, kurgusal bir Asya ülkesi olan Siancong’da düğümlenmesini okuyoruz. Siancong, yakın bir zamana kadar yıllar boyunca yalnızca birkaç Marvel çizgi romanında kullanılmış bir ülkeydi ve ismi de Sin-Cong olarak geçiyordu. Bu Siancong/Sin-Cong isim karmaşası üzerine pek mesai harcamaya değmeyecek bir konu. Basitçe Peking/Beijing güncellemesi gibi düşünülebilir ama ülkenin kontrolünün yıllar içinde çok kez el değiştirmesi sebebiyle kurulan devlet yapılarının çeşitli isimler almasından gelen bir açıklaması da var. Biz Siancong diye devam edelim.

Siancong, 2019’daki altı sayılık History of Marvel Universe çizgi romanında önemli bir retcon aracı olarak kullanılmasıyla dikkate değer bir konuma yükseldi. Marvel’daki Sliding Timescale kavramına ve yol açabildiği sıkıntılara aşina olabilirsiniz. Yine de bilmeyen okurlarımız için çok kısa açıklamak gerekirse Marvel dünyasındaki modern süper kahraman çağının başlangıç noktası olarak değerlendirebileceğimiz Fantastic Four #1 sayısı 1961 yılında çıkmış bir çizgi roman ve bugün okuduğumuz popüler kahramanların pek çoğu da bunu takip eden birkaç yıllık süreç içerisinde yaratıldılar. Bu zamanın üzerinden 60 yıl geçmiş olmasına rağmen Marvel Evreni’nde kahramanlarımız için geçen süre 13-15 yıl civarında. Yani şu anda Peter Parker, Spider-Man kostümünü ilk kez 2000’li yıllarda giymiş olmalı. İşte buna Sliding Timescale diyoruz, ama karakterlerin geçmişlerinde önemli yer tutan birtakım unsurlar zamanından koparılamayacak gerçek hayat referansları taşıyorlar.

Bu referansların önemli bir bölümü de ne yazık ki içinde yaşadığımız Dünya’nın çirkinliğini gösterir bir şekilde savaşlardan oluşuyor. Mesela Peter Parker üniversitedeyken arkadaşı Flash Thompson, Vietnam Savaşı’na yazılıyordu. Ya da Reed Richards ile Ben Grimm, Fantastic Four’un ilk sayılarında II. Dünya Savaşı’nda orduda aldıkları görevlerden bahsederlerdi. Daha da önemlisi Iron Man ve Punisher gibi bazı karakterlerin orijin öyküleri direkt Vietnam Savaşı’yla bağlantılıydı. Bu durum, yıllar içinde bu konulara her değinildiğinde yazarların mevzubahis savaşı o yılda karakterin yaşına en uygun düşecek şekilde Kore, Vietnam, Körfez, Afganistan diye güncellemesini gerektiriyordu. Mark Waid, 2019’daki History of the Marvel Universe’de bu sorunlara kökünden bir çözüm getirmek amacıyla on yıllar boyunca sürmüş kurgusal Siancong Savaşı konseptini ortaya attı ve toptan bir retcon geçerek tüm bu karakterlerin geçmişlerini bu savaşa bağladı. Tabii Captain America’nın buzun altında geçirdiği süre belirsiz olabileceği için o hala II. Dünya Savaşı kahramanı, onda bir değişiklik yok. Buradan Siancong Savaşı’nın Yellow Peril kavramıyla ilişkilendirilebilecek bir yapıda olması sebebiyle ırkçı bir yaklaşım olup olmadığı ya da Punisher’dan Vietnam’ı çıkardığımızda geriye ne kalacağı gibi çeşitli tartışmalar çıkabilir ama odağımızı kaybetmesek daha iyi.

Siancong Savaşı biz okurların belleğine girdikten sonra öğrendik ki fikrin asıl sahibi de Kurt Busiek’miş. Kendisinin Marvel külliyatına inanılmaz hakim ve devamlılık üzerine bolca kafa yoran bir adam olduğunu bildiğimizden fikrin ondan çıkmış olması çok da şaşırtıcı değil. Hatta yazı boyunca çeşitli Busiek işlerinden bahsetmişken bu Marvel tarihi bilgisini en etkileyici şekilde gözümüze soktuğu Avengers Forever çizgi romanını da analım, belki ilginizi çeker.

Siancong Savaşı konseptiniyse 90’larda Mark Waid ve Roger Stern’le beraber birkaç seriye uzanacak bir hikayeyle devreye almaya niyetlenmişler ama mümkün olmamış. Busiek şu anda The Marvels’da muhtemelen o dönemde aklında filizlenen birtakım fikirleri uyguluyor. Siancong, Dünya’nın yakın tarihi boyunca gerçekleşen küresel gelişmelerden hep en kötüsüyle nasibini almış bir bölge olarak tasarlanmış. Fransız kolonizasyonu, II. Dünya Savaşı, sonrasında gelişen Soğuk Savaş dönemi ve Çin’in gölgesi gibi etmenler bu topraklardaki dengeleri oradan oraya savurmuş. Gerçek hayattan alınan bu tür referansların ötesinde aynı zamanda gizemli bir doğaüstü enerjiyi de ihtiva eden bir yer burası. Kısacası Busiek, farklı yolları kesiştirmek için kendine iyi bir oyun alanı kurgulamış.

Bu yolların kesişmesi mevzusu seri boyunca bir meta anlatı olarak da önümüze geliyor. Astro City’de dördüncü duvarı kırarak okurla iletişime geçen gizemli bir karakterimiz vardı, The Broken Man adında. The Broken Man, fiziksel olarak David Bowie’den epey esinlenilmiş bir adamdı ve dengesiz yapısı sebebiyle okura hikayeyi sunduğu sayılarda düzensiz ve alakasız duran kurgular da görebiliyorduk. Zaten Astro City’deki olay örgülerinin tamamına yakını kendi başına okunabilecek türdedir, çok azı bağlantılı ilerler.

The Marvels’da da The Broken Man’e çok benzeyen bir karakter hikayeleri sunma misyonunu üstleniyor. Threadneedle adındaki bu karakter yine apaçık bir David Bowie yansıması, ama The Hanged Man erken dönem Bowie’yse, Threadneedle biraz daha Ziggy Stardust. Threadneedle, ismiyle müsemma bir şekilde olay örgülerini birbirine bağlıyor ve kahramanlarımızın yollarının kesişmesinde müdahil bir rol oynuyor. Kesinlikle daha düzenli çalışan ve ne yaptığını biliyor gibi duran bir karakter, yanına da unutulmuş karakterlerden biri olan 80’lerin havalı motorcusu Ace’i almış.

İşte iki meta karakter üzerinden de tezahürünü görebildiğimiz bu temel fark, The Marvels’a ilişkin ufak endişelerimin de kaynağı aslında. Geçtiğimiz 9 sayıda Captain America, Iron Man, Spider-Man, Fantastic Four ve Doctor Strange gibi çok sayıda popüler kahraman ve ekip hikayeye çeşitli noktalardan dahil olup Siancong ülkesinin tarihsel altyapısını hızlıca inşa etmeye güzel hizmet ediyor, bu doğru. Gelgelelim bu olay örgülerinin sonuçları bir yerden sonra günümüzde geçen tek bir lineer akışa indirgendikten sonra işler biraz sıradanlaşıyor. Bu sebeple her şeyi birbirine bağlama çabası yerine tek veya ikişer sayılık bağımsız hikayeler okusaydık daha mı iyi olurdu acaba diye düşünmedim değil.

Busiek, bir röportajda Siancong öyküsünün toplamda 12 sayı süreceğini söylemişti. Umarım geriye kalan dört sayıda uzun kurulum sürecinin hakkını verecek bir final okuruz. Bu tür hikaye yapıları maalesef bunu biraz gerektiriyor çünkü. Esasında şüphelerim Busiek’in yazarlık becerileri için değil de The Marvels’ın çok iyi olmayan bir planlamayla pilini erken bitirip bu 12 sayının sonunda final yapmasından korkuyorum. Böyle bir çıkış noktasına ve yaratıcı ekibe ait bir serinin sonsuza kadar devam etmesini isterim ben.

Yaratıcı ekip demişken, şu noktaya dek The Marvels’ı var eden tek kişi Kurt Busiek’miş gibi davrandığımın farkındayım. Aklımdaki noktalara değinirken yazı zaten haddinden fazla uzadığı için aralarda anmaya fırsatım olmadı ama The Marvels’a kendi imzalarını atan iki çok önemli isim daha var. Bunlardan birisi, 1994’teki Marvels kariyerlerini beraber roketlediğinden beri Busiek’le ortaklıkları hep süren Alex Ross. Ross, serinin kapak çizimlerini yapıyor ve Kevin Schumer, Threadneedle ve Warbird gibi yeni karakterlerin görsel dizaynlarını da yine o gerçekleştirmiş.

Diğer isimse serinin asıl çizeri, ülkemizin çıkardığı en değerli çizgi roman sanatçılarından biri olan Yıldıray Çınar. Günümüzde bir Marvel serisini tek bir çizerle anabilmek dahi başlı başına olumlu bir etmenken Yıldıray Çınar birden fazla açıdan The Marvels için ideal bir çizer profili oluşturuyor. Kurt Busiek, Astro City serisinde de en başından beri tek bir çizerle, Brent Anderson’la çalışıyor. Görsel bir istikrarın olması her seri için çok değerli, bunun sorumluluğu da her bir sayfasında belirli bir standardı koruyan çizerler ait olunca o serinin tüketim keyfine bir kat daha çıkılmış oluyor. Aynı Brent Anderson gibi Yıldıray Çınar da tam bu tanıma uyan sanatçılardan. Ayrıca Çınar’ın çizgileri Marvel’ın klasik house stiline çok yakın olduğundan The Marvels içinde geçen her farklı dönem setine çok iyi gidiyor.

Bunun dışında Yıldıray Çınar’ın The Marvels’la beraber çizimlerindeki bir özelliği iyiden iyiye mükemmelleştirdiğini fark ettim. O da karakterlerin postürleri. Spider-Man zihinlerimizde ilk nasıl bir duruşla canlanıyorsa The Marvels’da da öyle görünüyor. Bu Captain America, Iron Man, Storm ve diğer tüm kahramanlar için de tamamen geçerli. Yıldıray Çınar, Marvel’la aktif çalışan çizerler arasında bu konuda kesinlikle en iyilerinden biri.

Marvel’ın önümüzdeki aylar için yayımladığı tanıtım materyallerinde gördüğümüz üzere Yıldıray Çınar, sayı atlamadan The Marvels’ın tek çizeri olarak karşımıza çıkmaya devam edecek. Umarım yazı içinde bahsettiğim ufak endişelerim de yersiz çıkar ve bu yaratıcı ekibin ellerinden böyle şahane konseptli bu seriyi uzun zaman okumaya devam ederiz.