DC Comics İncelemeleri

Flash (Rebirth) #1 – 13

Rebirth süreci, tüm karakterler için olduğu gibi, Flash için de yeni bir başlangıç anlamına geliyor. Yeni yayın döneminde, Image Comics’in Nailbiter serisinden tanıdığımız yazar Joshua Williamson’a emanet edilen Flash, Justice League’in ve DC Evreni’nin en önemli karakterlerinden biri olmayı sürdürüyor. 

Böyle bir incelemenin birinci ila on üçüncü sayılar arasını kapsaması tuhaf gözükebilir. Bu tercih, sayıların Flash’in Rebirth kapsamındaki ilk iki cildini kapsaması nedeniyle yapıldı. 

Sayıları cilt mantığı üzerinden bölecek olursak, ilk ciltte Godspeed adlı kötü karaktere karşı verilen mücadelenin anlatıldığını, ikinci ciltte ise Flash “ailesinin” bu yeni evrende daha iyi tanıtılmasının amaçlandığını ifade edebiliriz.

Godspeed etrafında gelişen ilk sekiz sayının belli açılardan tipik bir dedektif hikayesi olarak kurgulandığını görmek zor değil. Yazar Williamson hikayeyi Central City’ye düşen yıldırımlar ile açıyor – ve bu yıldırımlar, tıpkı Barry Allen’ın güçlerini kazanma hikayesinde olduğu gibi, farklı insanların Speed Force adı verilen güçten faydalanabilmesini, yani Flash ile aynı güçlere sahip pek çok kişinin ortaya çıkmasını sağlıyor. Bu yeni süper güçlülerden bir tanesi, Godspeed adını kullanan bir sosyopat, diğerlerini öldürerek hızlarını çalıyor. Genel anlamda serinin merkezine yerleştirilen “Godspeed kim?” sorusu, bu anlamda tipik bir “Katil kim?” anlatısı olarak okunabilir.

Central City’ye düşen yıldırımlardan ilk etkilenen kişi, Dedektif August Heart. 

Hem anlatı tekniği açısından, hem de bir dedektif hikayesinin sürpriz faktörü açısından, burada okuyucuyu şaşırtan fazla bir şey olmadığını söyleyebilirim. Biraz daha tecrübeli çizgi roman okurları için, Batman Hush’da Hush’un kim olduğu sorusunun cevabı ne kadar gizliyse, burada Godspeed’in kimliğinin de o kadar gizli olduğunu söylemem sanırım yeterli olacaktır.

Williamson, bunlar dışında yine tipik olarak tanımlayabileceğimiz belli başlı kurgu öğeleri kullanıyor. Serinin başında Flash ile aynı güçlere sahip olan onlarca karakterin ortaya çıkması, ama hiçbirisinin, popüler deyimle, “Bir Flash olamaması”, bunun güzel bir örneği.

DC Comics’in Rebirth’te belli ölçüde takip etmeye çalıştığı “köklere dönüş” projesi; Superman, Wonder Woman, Aquaman ve Flash gibi karakterlerin oldukça ideal insanlar olarak yazılmasını da içeriyor. Burada da verilen mesaj aslında aynı: Süper hızlı olmak bir şey, Flash gibi bir kahraman olabilmek ise apayrı bir şey. Flash’in bu yeni “süper hızlı” insanları benimsemesi ve Godspeed dışında herkesin (hatta, belli açılardan, Godspeed’in bile!) ona büyük saygı duyması, ondan eğitim almaya can atması gibi kurgu ögeleri de duruma katkıda bulunan özellikler.

Godspeed karakterinin kurgulanması da pek çok açıdan bir Flash çizgi romanından beklenecek şekilde yapılıyor. Diğer karakterlerin hızını çalan Godspeed, bir noktadan sonra Flash’in klişe düşman yapısına uyan bir hale geliyor: Flash ile aynı güçlere sahip, ama Flash’ten daha hızlı, ve Flash’in yapamadığı şeyleri yapabilen bir karakter.

Aynı şekilde, S.T.A.R Labs etrafında dönen deneyler ve Speed Force’u anlama çabaları da bu şekilde yorumlanabiliyor: Kısa süreliğine de olsa Flash ile bir ilişki yaşayan S.T.A.R Labs çalışanı Meena, ilk sayılarda üslup açısından bilimsel olarak nitelendirilebilecek diyaloglarla konuşuyor – ama anlattığı şey, “Kim daha hızlı koşarsa, diğerinin Speed Force’unu alır” yapısıyla sınırlı. Bunu yine, büyük ölçüde klişe bir yapı olarak okumak mümkün: Bu bir Flash çizgi romanı, ve ilk hikayede, her şeyin temelinde süper hızlı insanların birbiriyle yarışması da var.

Burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta, seride alttan alta devam etmekte olan bir Black Hole tehdidinin de işlenmesi.

Godspeed karakteri, Central City’yi vuran “Speed Force Fırtınası”nın bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Black Hole ise, bu olaya yol açan ve Flash’e karşı çok daha sinsi planlar yapan bir organizasyon olarak inşa ediliyor – bunun bağlandığı yer, muhtemelen Williamson’ın yazarlık sürecindeki en kayda değer hikayelerden biri olacak.

S.T.A.R Labs’de “Speed Force” üzerine çalışanlardan Meena da süper güç kazanan karakterlerden bir tanesi

Godspeed’e karşı verilen mücadele ile Flash’in geleneksel düşmanları Rogues’u geri getiren güncel hikaye arasında, ikinci cilt biraz daha yavaş tempoda geçiyor. Burada; Jay Garrick’in New 52’da gördüğümüz haliyle değil, orijinal haliyle DC Devamlılığına dahil edilme sürecinin başlaması, iki Wally West’in tanışması, Iris West ile Flash’in ilişkisinin yeniden başlaması gibi önemli konular var – ancak bunlar biraz daha “ailevi” boyutta işleniyor.

Bu hikayeler zincirinde karşımıza çıkan önemli bir hikaye de Flash karakterinin eski düşmanlarından biri olarak tanınan, ancak modern dönemde James Robinson’un Starman serisinde inanılmaz bir derinlikle işlenerek “klişe kötü adam” rolünden kurtulan Shade oluyor. Shade’in seriye girişi ve çıkışı arasında çok uzaklık yok, ve içinde yer aldığı hikaye çok kayda değer olmasa da, kendisine uygun şekilde, söylediği tek bir kelime Flash’in kaderinde çok ciddi şeyler değiştiriyor. Barry Allen ile Iris West arasındaki ilişkinin, New 52 öncesi döneme yapılan şu atıfla başladığını söylemem, sanırım bu konuda yeterli olacaktır:

Çok basit bir özetle, bu incelemenin genel fikri şu: Flash serisinin ilk iki cildinde öyle çok muazzam, çok olağanüstü bir şey yok. Yazar Joshua Williamson, fazla risk almadan, Flash’in genel yapılarından, klişelerinden ayrılmadan ilerliyor. Bu tarz yazılar süper kahraman çizgi romanları için “negatif eleştiri” gibi okunabilir – ancak benim bakış açım tam olarak bu değil. Risk almamak, Williamson açısından ciddi hatalar yapmamak anlamına da geliyor.

Özellikle karakteri seviyorsanız, Flash Rebirth akıcı, keyifli, ve okumaya değer bir seri.