Farklı Tatlar

Habibi

Habibi, saatlerce uğraşılarak hazırlanmış muhteşem sayfa dekorasyonları ve neredeyse 700 sayfalık cildi ile, “Farklı Tatlar” olarak adlandırdığımız alternatif çizgi romanlar içinde bile farklı duran bir eser.

Habibi’yi yazan ve çizen Craig Thompson, örneğini çok da sık görmediğimiz bir tarzda çalışıyor. Kendisi, yabancı sitelerin “grafik romancı” dediği türe biraz daha uygun bir isim muhtemelen: Popüler çizgi romanlarda herhangi bir çalışması yok, sadece kendi çalışmaları olan grafik romanları üzerinde çalışıyor. Habibi de, kendisinin son eseri.

İsminden ve kapak tasarımından da anlaşılabileceği gibi, Habibi, İslam Kültüründen ve Orta Doğu mitolojisinden oldukça esinlenmiş bir kitap. 700 sayfayı tek cümleyle özetleyecek olursak, Habibi’nin, “Günümüzün kurgusal bir Arap ülkesinde, birbirini “seven” iki insanın hikayesini, Kur’an’a ve Orta Doğu Edebiyatı’nın pek çok eserine sayısız gönderme yaparak anlatan bir eser” olduğunu söylemek mümkün.

Birbirini seven iki insan, grafik romanın farklı bölümlerinde farklı isimlerle çağrılsalar da, Dodola ve Zam karakterleri. Çocukken evlendirilen, fakat kendisine oldukça iyi davranan ve okuma yazma öğreten kocası öldürülünce, bir köle olarak satılan Dodola; köle pazarından kaçarken henüz bir bebek olan Zam’ı buluyor. Birlikte çöle doğru kaçan ikili, uzun süre burada buldukları terk edilmiş bir gemide birlikte, çok genç bir anne – oğul ya da, daha doğru bir tanımla, bir abla – kardeş gibi yaşıyorlar.

Dodola’nın eser boyunca en çok benzetilebileceği karakter, 1001 Gece Masalları’nın Şehrazad’ı. İşte bu rolü, Zam ile abla – kardeş olarak yaşadıkları bu ilk dönemde, Zam’a onlarca hikaye anlatarak yüklenmeye başlıyor: Özellikle Kur’an’dan gelen bu hikayeler, eserin ilk bölümünde oldukça ciddi bir yer kaplıyor – fakat bu uzun sürmüyor, çünkü gemide hayatlarını sürdürmek için yemeğe ve suya ihtiyaç duyuyorlar. Zam, içilebilir su bulma görevini üstlenirken, Dodola da çölden geçmekte olan tüccarlarla yemek karşılığında ilişkiye girerek “evlerine” yemek getirmeye çalışıyor. Tabi Zam’ın yaşı ilerledikçe, bu yemeğin nereden geldiğini merak etmeye başlıyor, ve sonunda Dodola’yı takip edip gizlice olanları seyrederek, korkunç gerçeği öğreniyor.

Fakat, Zam’in bu sahneyi görmesinin tek sonucu, Dodola’yı bu durumdan kurtarma isteği olmuyor. Daha da büyüdükçe, kendisi de Dodola’ya karşı cinsel bir arzu duymaya başlıyor. Dodola saraya giden bir grup tüccar tarafından kaçırıldıktan sonra da, Zam’in hayatının odak noktası bu arzu, bu arzudan dolayı duyduğu pişmanlık ve bu arzuyu “ortadan kaldırma” isteği oluyor.

Sarayda, Dodola Şehrazad rolünü üstlenmeye devam ediyor – bitmek bilmez bir arzusu olan, ve her birlikte olduğu kadından bir gün içinde sıkılan karikatürize edilmiş Sultan’ı eğlendirmeyi başaran tek kişi olan Dodola, Zam’dan ayrı kaldığı sürenin tamamını bu sarayda geçiriyor – hatta bu süre içinde bir çocuk sahibi bile oluyor, fakat saray yaşamının bunaltısı ve Zam’dan uzak kalmanın acısıyla bu çocuğu bir türlü sahiplenemiyor, çocuğu da birkaç yıl yaşadıktan sonra Sultan’a karşı bir komplo içinde öldürülüyor.

Zam’in hayatı ise, hem siyahi olarak daha alt bir sosyal sınıfta bulunduğu, hem de Dodola’dan ayrı kalmanın üstüne, açlık gibi, susuzluk gibi çok daha önemli sıkıntılarla dolu olduğu için, daha zor geçiyor. Onun hayatının en önemli noktası ise, Dodola’ya duyduğu arzunun pişmanlığından, kendisini kadın gibi hisseden bir grup insana katılması, ve cinsel organını keserek onlardan biri olması oluyor. Daha sonra, o da buradan kaçırılarak bir “Harem Ağası” olarak çalışmak için saraya getiriliyor, ve Dodola’yla burada yeniden bir araya geliyorlar.

700 sayfalık hikayenin tamamını burada anlatmanın bir mantığı yok. Habibi, temel olarak Zam ve Dodola’nın bundan sonra iki yetişkin olarak karşılaşmalarına, ve birbirlerini seven iki insan olarak hayatlarına devam etmelerine yoğunlaşıyor – fakat Zam’in durumundan dolayı, Thompson, başta da tırnak içinde yazdığım gibi, “sevgi”yi günümüz anlayışından farklı bir şekilde, cinsellikten bir anlamda soyutlayarak kurguluyor. Zam ile Dodola arasındaki sevgi, daha saf, hatta neredeyse ilahi bir “sevgi” olarak resmediliyor.

Habibi hakkında, farklı açılardan, söylenebilecek pek çok şey var. Bir hikaye okuru olarak baktığınızda, Habibi çok katmanlı, kompleks ve ustaca kurgulanmış bir eser: Modernite ve geçmişin, gerçek ve fantastiğin bir araya getirilmesi, ve bu kurgu içinde iki insanın birbirine karşı duyduğu sevginin anlatılması, Thompson’un muhtemelen en büyük başarısı. Dini veya kültürel bir açıdan baktığınızda, Habibi İslam Kültürünü hem hikaye olarak, hem de görsel olarak iddialı bir şekilde konu alıyor – bunun ne kadar başarılı olduğunu söylemek elbette bana düşmez; fakat Thompson’un en azından görsel açıdan, estetik açısından başarılı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bir çizgi roman okuru olarak baktığınızda ise, alışılagelmişin dışında bir görselliğin haricinde, Thompson’un iddialı bir iş yaptığını söylemek yanlış olmaz. Benim görebildiğim kadarıyla, Craig Thompson’un meydan okuyucu bir tavrı var, “çizgi roman sanatı ile neler yapılabileceğini göstermek,” Thompson’un bu kadar iddialı bir projeye kalkışmasının bir amacı olabilir.

Görsel açıdan baktığımızda, eseri ikiye ayırmak mümkün: Sıradan paneller ve görsel paneller. Sıradan panellerden kastım, hikayenin devam ettiği, basit çizimlerle yapılmış, temel olarak çizgi romanın büyük bölümünü oluşturan paneller. Burada, Mazuchelli’nin Asterios Polyp’i veya Satrapi’nin Persepolis’i gibi basit, akıcı ve rahat okunabilen bir tarzdan söz etmek mümkün. Görsel paneller ve görsel sayfalar diyebileceğimiz, gerçek çizimlerde ise, Thompson inanılmaz bir emek harcamış. Geçiş sayfaları, bizim hiç de yabancı olmadığımız dekorasyonlarla süslenmiş, ve bu dekorasyonlar yer yer normal sayfaların da kenarlarına taşınmış. Bunun haricinde, Thompson Hat Sanatı’nı da iyi çalışmış – göze oldukça hoş gelen örneklerini bulmak mümkün hikayenin içinde.

Habibi’nin negatif yanları yok mu, var. Fakat bunların da yazar tarafından düşünülmüş olabileceği hissi bende daha ağır basıyor. Örneğin, Kur’an’dan gelen hikayelerin neredeyse tamamı, Kur’an ile İncil’in ortak hikayeleri – bu benim anlayabildiğim kadarıyla, İslam’a karşı ön yargılı olması beklenen Batılı okurun iki kültür arasındaki ortak hikayeleri tanımaları amacıyla bu şekilde kurgulanmış. Fakat bu tarz bir hikayede, belki Kur’an’dan özgün hikayelerin, özgün sahnelerin resmedilmesi daha enteresan, daha etkileyici olabilirdi – tabi elbette yazarın hedef kitlesinin de Batılı okurlar olduğunu unutmamak gerekiyor.

Bunun haricinde, saray sahnelerinin neden böylesine klişeler üzerinden kurgulandığını (Hiçbir politik olayla alaksı olmayan bir Sultan, abartılı dekorasyonlar, çılgın bir Harem mantığı, her tarafta nargileler, vesaire) anlamak güç. New York Times için Habibi’yi inceleyen Robyn Creswell, kendi yazısında bunun Oryantalizm mi, yoksa Oryantalizm’e eleştirel bir gönderme mi olduğunun tam olarak belli olmadığını vurgulamış. Doğu Kültürü’den böylesine büyük bir proje yapacak kadar etkilenmiş bir yazarın Oryantalizm gibi bir tuzağa düşeceğini sanmıyorum, fakat evet, saray sahneleri gerçekten fazlasıyla karikatürize, ve dışarıdaki medeniyetten tamamen bağımsız gözüküyor.

Her şeye rağmen, Habibi oldukça farklı ve iddialı bir grafik roman. Ben açıkçası grafik romandan etkilendim, fakat hikayesi bana dokunduğu için, Doğu Kültürü’nü muhteşem bir şekilde gözler önüne serdiği için veya içerdiği başka bir şeyden dolayı değil; Craig Thompson’un eseri yaratmak için harcadığı emek gerçekten gözle görülüyor. Hikaye bazında ben oldukça nötrüm, fakat tahmin ediyorum okuyana göre oldukça beğenenler olabileceği gibi, hiç beğenmeyenler de olacaktır.

Bu açıdan, size tavsiyem, bulabilirseniz Habibi’ye bir göz atın. Görsel açıdan son derece başarılı, ve inanılmaz bir araştırma ile emek ürünü.