Diğer Çizgi Romanlar

Sevmediğim Çizgi Romanlar – II

İlk yazıda, “edebiyat eserlerinin daha kolay okunabilmeleri amacıyla çizgi romana uyarlamaları” olarak tanımlayabileceğimiz, “Filmi varsa kitabını okumaya ne gerek var?” tarzı bir mentaliteye yol açan çizgi romanların, genel bir tür olarak sevmediğim çizgi romanlardan ilki olduğundan uzun uzun bahsetmiştim.

Bu yazıda da, genel olarak hoşuma gitmeyen, genelde ön yargılı yaklaştığım ve okumamanın çok şey kaybettirmeyeceği durumlarda okumamayı tercih ettiğim ikinci tür çizgi romanlardan bahsedeceğim.

Yine Türkiye’de en meşhur örneğinden gitmek gerekirse, çok serbest bir şekilde Persepolis Tipi olarak tanımlayabileceğimiz çizgi romanlardan fazla hoşlanmıyorum. Ama bu “tanımı” biraz daha açmak istiyorum, çünkü nasıl ki geçen yazıda bahsettiğim çizgi romanlar sadece NTV Yayınları’nın çıkarttığı klasiklerle sınırlı değilse, bunlar da kesinlikle Persepolis ve benzeri çizgi romanlarla sınırlı değil. Bu örnekleri, sadece ve sadece ülkemizdeki en meşhur örnekler oldukları için kullanıyorum – hatta, bu türe karşı ön yargıma rağmen, Persepolis’in büyük ölçüde hoşuma giden bir çizgi roman olduğunu da söyleyebilirim.

Peki, biraz daha açıklamak gerekirse, nedir sevmediğim çizgi roman türü? Belki kastettiğim her şeyi tamamen kapsayacak kadar geniş bir cümle olmasa da, ana konu olarak, tarihi / gerçek trajik olayları anlatan, ve her zaman olmasa da , çoğu zaman yazar – çizerlerin kişisel deneyimlerinden yola çıkan eserleri okumaktan, çok fazla keyif almıyorum.

Biraz daha somut konuşmak gerekirse, Persepolis gibi, Cuba, My Revolution gibi, Maus gibi; yazarların yaşadığı veya (Maus örneğinde olduğu gibi) yakınlarının yaşadığı deneyimleri paylaştığı eserler ile; Pride of Baghdad gibi, yazarın kişisel bağları olmasa da, ilgilendikleri bir konu hakkında, temel mesajı “insanlığın yaşadığı trajediler” olan çizgi romanları örnek olarak gösterebilirim.

Ufak bir not olarak belirteyim, bu örnekleri tabi arttırmak mümkün, sadece en meşhur, sitemizde değindiğimiz çizgi romanlar olsun diye bunları ekliyorum, bunları saymamın çok özel bir nedeni yok.

Devam edelim. Neden bu tür çizgi romanları sevmiyorum?

Açıkçası, bu tamamen kişisel bir durum. Çizgi romanı bir “sanat” olarak kabul ettiğimizi düşünürsek, ben bu eserlerdeki “gerçek trajedi”lerin boyutlarının, çoğu zaman bir çizgi roman olarak sanatsal değerlerinin önüne geçtiğine, hatta, kendimi biraz daha dürüst (ve muhtemelen biraz daha tepki çekecek şekilde) ifade edersem, sanatsal değerin neredeyse tamamen gereksiz kılındığına inanıyorum.

Şöyle bir örnek vereyim. Bugün Suriye’li bir sanatçı çıkıp, şu anda Suriye’de yaşanmakta olan olaylardan ailesiyle birlikte nasıl etkilendiğini çizgi roman olarak anlatsa, bu eser (tıpkı Persepolis’te olduğu gibi, tıpkı Maus’ta olduğu gibi, vs.) basında ve başka “medium”larda çok dikkat çeker; fakat, insanların ilgilendiği nokta, olayın trajik boyutundan öteye geçmezdi. Bu yüzden, çizgi roman sanatının kullanımı, yazarın hikayeyi bir araya getirişi, tarzı gibi konular – belki de olması gerektiği gibi – arka planda kalır, eserin değerli, başarılı ve önemli sayılması için, bahsettiği konunun “Suriye’de yaşadığı acılar” olması yeterli olurdu.

Ben, sanatın insan trajedilerini kollektif hafızamıza kazımak gibi bir görev üstlenmektense, sadece “sanat” olmasını daha çok seviyorum. Bu yüzden, örneğin Daytripper‘ın o arka planından hiç eksik olmayan melankolisini, Satrapi’nin Persepolis’teki trajedisine, hiç düşünmeden tercih ederim.

Bu açıdan, temel konusu yazarlarının bireysel olarak yaşadığı veya ilgilendiği gerçek trajediler olan çizgi romanları, fazla sevemiyorum. Korkunç bir şey söylüyormuşum gibi gözükecek ama, bu eserlerin sadece bahsettikleri konuların etkileyici olması, “başarılı” ve “önemli” olmalarına yetiyormuş gibi geliyor, ve bu nedenle sanat çoğu zaman ya tamamen göz ardı ediliyor, ya da çok arka planda kalıyor. Bu durum da, benim bu tarz çizgi romanlara biraz ön yargıyla yaklaşmamı sağlıyor.

Bunları söyledikten sonra, iki noktayı olabildiğince açık bir şekilde ifade etmeye çalışacağım.

Birincisi, sanatın önemsiz kaldığını hissediyorum derken, tabi ki bütün eserler için konuşmuyorum. Art Spiegelman’ın Maus‘u, II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin yaşadıklarını konu alması nedeniye tanınsa da, aslında teknik açılardan da kuvvetli bir çizgi roman. Sanatsal boyutu, her zaman için içeriğinin gölgesinde kalacak olsa da, Çizgi Roman ve Postmodernizm yazısında da değindiğim gibi, hiç de zayıf değil. Aynı şekilde, Persepolis de, her ne kadar yazarın yaşadığı korkunç hayat deneyimleri nedeniyle etkileyici olsa da, bana göre anlatılan hikayeye son derece uygun ve etkileyici bir “graphic narrative” barındırıyor.

O yüzden, “Bu çizgi romanların tamamı kötüdür!” gibi bir şey kesinlikle söylemiyorum.

İkincisi, her ne kadar birinci yazıdaki çizgi romanlarla, bunları aynı yazı dizisinde değerlendirmiş olsam da, aslında fikirlerimi paylaştığım iki türün birbirlerinden çok farklı yerlerde olduğunun da bilincindeyim. Bana kalırsa, “basitleştirilmiş, kolay okunabilir edebiyat” olarak üretilen ve sunulan çizgi romanlar, ilk yazıda da açıkladığım sebeplerden dolayı, çizgi romana zarar veriyor. Giriş paragrafında da dediğim gibi, “Filmi varken niye kitabını okuyayım ki?” gibi bir mentaliteye yol açarak, “Aa, çizgi romanı varmış, eh, kitabını okuyacağıma bunu okurum” düşüncesi yaratıyor, ki bu da, alttan alta çizgi romanların kitaplardan daha kolay okunan, daha basit, deyim yerindeyse, “kitabı beceremeyenler için” üretilen eserler olduğu yanılgısına yol açıyor, ki, üzerinde zaten böyle bir imaj olan çizgi romanlar için, bu son derece rahatsız edici bir durum.

Bu açıdan, benim kişisel fikrim olmanın ötesinde, çizgi romanı sanat olarak gören herkesin, bu tarz basitleştirmelerin çizgi romanlara neden zarar veriyor olabileceğini göreceğini düşünüyorum.

Peki, bu ikinci türdeki eserler çizgi romana zarar veriyor mu?

Kesinlikle hayır. Tam tersine, çizgi romana belki de her şeyden fazla olumlu katkıları oluyor. Bu tarz acılar yaşayan insanların, kendilerini ifade etme yolu olarak çizgi romanı seçmesi, çizgi romanın seçilebilecek diğer alanlarla (kitaplar (Anne Frank’in Günlüğü, vs.), filmler vs.) aynı potansiyelde olduğunu kanıtlaması açısından çok ciddi bir önem taşıyor. Üstelik, yukarıda da kısaca değindiğim gibi, basında bu tarz çalışmalara gösterilen ilgi, çizgi romanların imajına da katkıda bulunuyor.

Dolayısıyla, ilk yazı hakkında, bir yere kadar objektif bir şeyi savunduğumu iddia edebilecek olsam da, bu yazı tamamen kişisel. Bu çizgi romanların diğerlerinden eksik olan herhangi bir yanı yok, bu sadece benim kişisel zevkim.

Yine de, en azından sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için, bu çizgi romanların “non – fiction” eserler olduğunun kabul edilmesinin, ve “fiction” olan çizgi romanlarla kıyaslanmamaları gerektiğinin anlaşılmasının önemli olduğunu söyleyebilirim.