Marvel Comics Yazıları

Punisher – “Melek Yüzlü Şeytan!”

2008 – 2009 yıllarında devam eden Dark Reign döneminde Punisher, Norman Osborn için çalışan Daken tarafından öldürülmüş, hatta öldürülmekle kalmamış, mainstream çizgi romanlarda eşine az rastladığımız bir hunharlıkla, cesedi paramparça edilerek bir binanın çatısından aşağı fırlatılmıştı.

Fakat, bundan çok kısa süre sonra, cesedinin parçalarını toplayan bir grup “canavarın” (Moloid’ler) yardımıyla, yukarıda resmini görebileceğiniz tipe bürünerek “FrankenCastle” gibi esprili bir isimle hayata geri dönmüştü.

Bu, pek çok çizgi roman okurunu sinirlendiren bir hikayeydi.

Eğer bu bahsettiğim dönemi hatırlıyorsanız – veya en azından, yukarıdaki resmi gördüyseniz – bu durumun çizgi roman okurlarını sinirlendirmesinin ne kadar normal olduğunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Ama, o dönemlerde gelen tepkileri düşündüğümde, ben aslında çizgi roman okurlarının bu duruma gerçekten çok sinirlendiğini hatırlıyorum.

Ölüp – geri gelme olayının artık iyice kabullenildiği, en azından ciddi çizgi roman okurları tarafından, Amerikan ana akımının bir parçası olarak görülmeye başladığı bu dönemde, Punisher’ın bu “ölüp – dirilme” sürecinin, neden normalden bu kadar fazla tepki çektiğini açıkçası o zamanlar ben de pek düşünmemiştim. Çünkü, her ne kadar karakterlerin ölüp geri gelmesi konusundaki sıkıntılarımı sineye çekmiş olsam da, bu durum bana da normalden daha saçma, daha aptalca gelmişti.

Şimdi, geriye bakıp düşündüğümde, çizgi roman okurlarını neyin (normalden de fazla) sinirlendirmiş olabileceğini görebildiğimi düşünüyorum. Bu olayın “komik denebilecek kadar saçma” bulunmasının, çizgi roman severlerin, neredeyse pes etmiş bir tutumla bu duruma “sadece gülebilmesinin” sadece “ölüp – geri gelme” olayına bir tepki olmadığını aşikar. Bence, olayın altında, Punisher’ın ölüm şekli, geri dönüş şekli, ve hepsinden önemlisi, karakterin doğası yatıyor.

Punisher’ın ölümü – eminim pek çok çizgi roman okuru da bana katılacaktır – gerçekten layığıyla işlenmiş, tam Punisher doğasında bir ölümdü. Dark Reign başladığı andan itibaren Osborn’un yeni görevini iplemeyen, onu yok etmek için pek çok kaçak kahramandan daha çok risk alan, fakat Osborn’u alt etmek için yaptığı tüm çalışmalar, Sentry gibi yenilmez karakterleri etrafında toplamış olan yeni “süper lider” tarafından boşa çıkarılan Frank Castle, bu çalışmaları nedeniyle Osborn’un “Liste”sine girmiş, ve Daken’la diş dişe mücadele ettikten sonra, sonunda yenilmişti. Vahşice savaşıp, vahşice öldürülen Frank’in bu son mücadelesi, başlı başına bir sayıya konu olmuş, ve Punisher’ın hayatı kendi gerçekçi tarzına, kendi vahşi / iğrenç metotlarına uygun bir şekilde sona ermişti.

Yani, eğer burada bırakılsaydı, aslında The List: Punisher sayısı (Punisher’ın ölmesini istemeyen fan’ları hariç) pek çok kişi tarafından makul bir son olarak görülebilirdi.

Fakat, bundan sonra Frank geri getirildi. “Olması gerektiği gibi” gerçekçi ve vahşi bir şekilde öldürülen, ölümü uğruna bir “one – shot” yayınlanan Punisher, küçük ve saçma sapan görünümlü yaratıklar tarafından “toplanıp”, bir canavar olarak, “Canavar Adası”nın koruyucusu olarak “geri dönüştürülünce”, tabi yukarıda saydığımız bütün “kaliteli” noktalar da tamamen ortadan kalkmış oldu. Punisher karakterine yakışan bir “son”un, üzerinden neredeyse hiç vakit geçmeden bu şekilde silinip atılması, elbette okurları üzen bir durumdu.

Tabi Punisher’ın ölüm ve geri dönüşüne, normalden fazla tepki verilmesinin  asıl sebebi bu değildi. Asıl konu, geri dönüşün, Punisher’a hiç uymayan bir şekilde gerçekleştirilmesiydi. Zaten saçma sapan karakterler ve anlamsız doğaüstü özelliklerle bezenmiş olan Marvel dünyasında, Frank Castle gibi, “gerçek”, “trajik” ve “normal” bir insanın, bu şekilde hayata getirilmesi, puzzle gibi birleştirilerek, kendisini Punisher yapan tüm özelliklerden arındırılması, çizgi roman okurlarını, bu olaya normal bir ölme – geri gelme durumuna vereceklerinden çok daha sert tepki vermeye iten asıl nokta olmuştu.


 “Bu kadar yazı okuttun, hepsi bu aşikar sonuca ulaşmak için miydi?” gibi bir soru sorabilirsiniz. Aslında, hayır, amacım bu değil. Eğer hayranların Punisher’ın ölmesine ve geri dönmesine neden bu kadar aşırı tepki verdiklerini açıklamak isteseydim, bunu bugün değil, Dark Reign sırasında yazardım.

Bu yazıyı siteye eklememdeki asıl amaç şu: Son günlerde, ciddi miktarda eski Punisher çizgi romanı okuyorum, ve işin ilginci şu: Punisher aslında yukarıda tanımladığımız, “gerçekçi”, “trajik”, “vahşi” anti kahraman konseptine pek de uyan bir karakter değil. Yazının başlığında “Melek Yüzlü Şeytan” deyimini kullanmamın sebebi de bu: Punisher Marvel Dünya’sının doğaüstülüğü yanında gerçekçi ve trajik bir figür gibi gözüküyor, ve dolayısıyla FrankenCastle olayı da ona hiç “yakışmayan” bir hikaye olarak algılanıyor. Fakat, Frank Castle, bu görüntüsüne rağmen aslında gerçek hikayelerine baktığınızda absürtlüklerle dolu bir figür, ve FrankenCastle hikayesi de, bu absürtlüklerin bir bölümü yanında sönük bile.

Önce, çok çok kısa bir arka plan bilgisi verelim. İlk olarak 1974 yılında Spider-Man’in bir düşmanı olarak görülen Punisher, daha sonra birkaç ufak “ziyaret” ile popülaritesini arttırdı. Seksenlerin başında Daredevil ve Spider-Man ile sık sık gözüken Frank Castle, 1986’da ilk mini-serisine, bir sene sonra da ilk sürekli serisine kavuştu. Popülaritesi git gide artan Punisher, doksanların başına gelindiğinde kendi adına üç seride gözükmenin yanı sıra, aynı zamanda (birkaç sene önceki Deadpool furyası gibi) sık sık diğer Marvel serilerinde de gözüküyor, Daredevil’ın hayatında da önemli bir figür olarak yerini koruyordu.

Fakat, birkaç sene içinde, Punisher deyim yerindeyse, tükendi. Karakterin popülaritesi düşüyordu, ve artık Punisher’dan sıkılmış olan okurlar, dergiyi almayı bırakıyordu. Bu durumda, bugün de o günkü mantığından fazla bir şey kaybetmemiş olan Marvel, çözümü satışları arttıracak dramatik değişiklikler yapmakta buldu.

Sonuç ise, Punisher’ın FrankenCastle gibi bir fikre, neden hiç de yabancı olmadığını açıklayacak saçmalıklardı.

1994 yılındaki şu inanılmaz hikayeye bakalım:

Evet, farklı firmaların çizgi romanları arasındaki “crossover”lar belki çok farklı şeyler değiller, fakat Archie ve Punisher gibi iki tamamen alakasız figürün bir dergide buluşması, Punisher’ın yaşadığı / yaşayacağı absürt durumların da bir habercisiydi.

Tabi, bunun sadece bir crossover olduğunu, Punisher’ın “gerçek” hayatını etkilemediğini ve dolayısıyla FrankenCastle gibi bir saçmalıkla karşılaştırılamayacağını düşünebilirsiniz. Peki ama, bunu nasıl açıklayacaksınız?

Bu Luke Cage değil.

Kingpin’in adamları tarafından aranan Frank Castle’ın, “tanınmamak” için yaptırdığı estetik ameliyatın sonucu. Evet, inanamıyor olabilirsiniz ama 1992 yılında yayınlanan Punisher # 60 dergisinde, Marvel gerçekten Punisher’ı siyahi bir karaktere dönüştürdü, ve kısa bir süre olsa da, Frank hayatına bu şekilde devam etti. Üstelik, saçmalık sadece Frank’in siyahi olması ile sınırlı değildi.

Mesaj gönderme çabasında olan Marvel, karakteri inanılmaz “ırkçı” klişelerini yaşamaya zorladı. Siyahi olduğu günün hemen ardından polisler tarafından çevrilen, Luke Cage ile “Blood Brothers” olarak anılmaya başlayan Frank, sadece üç sayının ardından, tekrar beyaz oldu. Beyaz olduğu sayının adının, “Fade to White” olması bile, sanırım başlı başına FrankenCastle’ın tamamından korkunç bir espri çabasıydı.

Ciddiye alınması git gide zorlaşan Punisher, Marvel tarafından saçma sapan durumlara sokulmaya devam etti. Yukarıda, Punisher’ın, gençlere “örnek olduğu” bir PSA çabası var. İlan şöyle diyor:

“Unutmayın, alkollü araç kullanmak yalnızca tehlikeli değil, aynı zamanda kanun dışıdır. Kanuna uymayanlara ne yaptığımı biliyorsunuz.

-The Punisher.”

Bu da Marvel Age # 101’den.

Elbette bu son ikisi karakterin devamlılığını etkileyen unsurlar değildi, fakat sonuç olarak Punisher’ın ciddiyetini, inandırıcılığını düşüren çalışmalardı.

Biz yine de bunları bırakalım ve gerçekten olan bir başka olaya daha dönelim.

Dediğim gibi, bu fazla kullanılma ve ciddiyetini kaybetme sonucu yaratıcı olarak tamamen tükenen Frank Castle için, artık okuyucuların ilgisini çekmek pek mümkün değildi. Bu yüzden, Marvel yazarları, yine “bugün olsa yine yapacakları” bir metoda başvurdular, ve zaten ilgi çekmeyen bu karakterlerini, öldürerek biraz olsun satış yapmaya çalıştılar.

Fakat, bu ölüm de fazla uzun sürmedi. Birkaç sene önce FrankenCastle olarak geri dönen Frank,  bu sefer de bir grup melek ve iblisle uğraşan, doğaüstü bir “şeytan avcısı” olarak hayata döndü!

En az FrankenCastle kadar saçma olan bu hikaye, 1998 yılında yayınlandı, ve her ne kadar Punisher bu dönemde artık Marvel Evreni’nin önemli aktörlerinden biri olmasa da, Garth Ennis 2000 yılında “Welcome Back, Frank” ile karaktere saygınlığını geri kazandırana kadar, Punisher’ın gerçek hali olarak kaldı. Neyse ki, ilerleyen dönemlerde MAX serisiyle Punisher’ı yeniden okuyuculara sevdirecek olan Ennis, bu dönemde yaşanan gelişmelerin tamamını görmezden gelmeyi başardı.

Ama Ennis’e ve son derece başarılı serisine rağmen, Punisher’ın saçmalıklarla dolu tarihi, bu hikayeyle de bitmedi. FrankenCastle döneminden yalnızca bir sene önce, Punisher, sitemizdeki “Çizgi Romanda Saçmalık Tarihi” yazı dizisinde de ele aldığımız müthiş bir hikayede daha yer aldı:

Bunu biraz daha detaylı olarak şu linkten okuyabilirsiniz.

Evet, sanıyorum söyleyeceklerim bu kadar.

FrankenCastle hikayesi, çıktığı zaman pek çok okuru olduğu gibi, beni de normalden fazla sinirlendirmişti. Sanıyorum ben de, normallikle, gerçekle bu kadar yakın bir ilişkisi olan, Marvel Dünyası içinde, gerçekçi, inanılabilir unsurların “son kalesi” (veya son Castle’ı —– Eyvaah.) olan Frank Castle’ın böyle bir hikayeyle “harcanmasını yanlış bulmuştum.

Son dönemlerde okuduğum Punisher dergileri, Frank’in bu imajının abartılan ve büyük ölçüde “yaratılan” bir imaj olduğunu gösterdi, paylaşayım dedim.