DC Comics İncelemeleri

Justice League vs. Suicide Squad #1-6

DC Comics’in Rebirth sürecinden sonra yayınladığı ilk büyük hikaye olan Justice League vs. Suicide Squad, son sayısının yayınlanması ile 2017’nin ilk günlerinde tamamlandı.

Son yıllarda özellikle Marvel’da (Civil War, Avengers vs. X-Men, X-Men: Schism, Civil War II, Inhumans vs. X-Men) çok sık gördüğümüz bir hikaye yapısını kullanan seri, isminden de anlaşılacağı gibi, DC Comics’in ana süper kahraman takımı Justice League’in Suicide Squad ile mücadelesini konu aldı – ancak sadece bu konuyla da sınırlı kalmadı.

Hatta, New 52 döneminin son büyük hikayesi Darkseid War’da olduğu gibi, burada da hikaye belli bir konsept etrafında başladı, ama sonra tamamen farklı konulara uzandı. Detaylarını DC Tarihi kapsamındaki yazıda okuyabileceğiniz bu serinin adı, Justice League vs. Suicide Squad değil de, örneğin Heart of Darkness falan olsaydı, muhtemelen kimse bunu yadırgamaz, ama tabi seri de bu kadar fazla dikkat çekmezdi.

Joshua Williamson tarafından yazılan ve sırasıyla Jason Fabok, Tony S. Daniel, Jesus Merino, Fernando Pasarin, Robson Rocha ve Howard Porter çizimleriyle sunulan altı sayılık serinin ismi, aslında incelemeye başlamak için ideal bir nokta.

Zira, Civil War II’nun incelemesinde de belirttiğim gibi, böyle isimler zaten çizgi romanı okumadan önce son derece net (ve aslında, bir çeşit önyargı olmasına karşın, büyük ölçüde isabetli) bir “kalite fikri” veriyor. İsmi Justice League vs. Suicide Squad olan, gayet açık amaçlarla üretilen ve makineli tüfek hızıyla yayınlanan bir seriyi okumaya başladığınızda, aslında okuyacağınız çizgi romanın bir şaheser olmayacağını da az çok biliyorsunuz.

Böyle seriler okurken sahip olabileceğiniz en gerçekçi beklenti, bir süreyle kafanızı dağıtabilecek, eğlenceli bir şeyler okumak – bana kalırsa Justice League vs. Suicide Squad, birkaç nokta dışında, bu beklentileri gayet güzel karşılıyor.


Benim negatif değerlendirdiğim noktaların en önemlisi serinin hızı. Aksiyon, kavga, dövüş sahnelerinin hızlı ve dinamik olmasıyla ilgili hiçbir sorunum yok – hatta ne kadar hızlı, o kadar iyi bile diyebilirim. Ancak bunun dışındaki her şeyin fazlasıyla hızlı gelişmesi, seriyi bence biraz basitleştiriyor. Burada bahsettiğim durum, Eclipso’nun güçlerini kazanan Maxwell Lord’un Amerika’yı yanlış hatırlamıyorsam 13 dakika içinde ele geçirmesi gibi yaratıcı ekibin zaten “hızlı” olmasını istediği noktalar değil – serideki her önemli kurgu adımının “hoş tesadüfler” ve “oldu bittiler” ile sunulması.

Hemen örnekler vereyim: Seri Batman’in takım arkadaşlarına Suicide Squad’dan bahsetmesi ile başlıyor – daha bu konuşma bitmemişken, bir anda, “Aa, bak tam şu anda görev üzerindeler, gidip enseleyelim!” deniyor, ve serinin ana konusu “Justice League vs. Suicide Squad”, bir anda gerçekleşiveriyor.

İlerleyen noktalarda Amanda Waller Justice League’e onları Belle Reve’e kendisini korumaları için getirdiğini söylüyor, aslında buna hoş bir tepki de veriliyor, ama ondan kısa süre sonra, hop, Max Lord ve orijinal Suicide Squad olarak tanımlanan ekip ortaya çıkıyor ve ne olduğunu anlamadan Waller’ın istediği oluyor.


Serinin daha sonra ulaştığı kurgu ve bunun çözümlenmesi de aslında benzer bir durum.

Hikayenin ana konusu ve finali, Max Lord’un kontrolünü kaybetmesi, Eclipso’nun ortaya çıkması, dünyayı istediği gibi yönetmeye (veya yok etmeye) çalışması, bunun için karşı tarafta bir plan yapılması, bu planın uygulanması, başarıyla ulaşması ve her şeyin çözümlenmesi üzerine kuruluyor. Ancak tüm bunlar, yaklaşık bir buçuk sayı içinde tamamlanıyor, ki bu, Beyaz Saray önünde yangınlar içinde deliren insanları gördüğümüz bir durumu çözmek için bence çok kısa bir süre.

Burada varmaya çalıştığım sonuç aslında yaratıcı ekibin serinin hızını ayarlamakta başarısız olmasından çok böyle bir serinin birkaç sayıyı daha kaldırabileceği yönünde. Yine de, sonuç olarak “eğlencelik” statüsünde bir seri için, herhalde bu çok ciddi bir sorun olmamalı.

Belki bu kategoriye daha uygun bir eleştiri, Batman karakteri ile alakalı. Bu adamın süper güçleri yok diye küçümsenmesi, dışarıda bırakılması ve (tabi ki) sonuçta her şeyi çözmesi bana kalırsa artık biraz fazla kolay bir çözüm. Bunu, evren içi bir düşünceyle, DC Comics’in kötü karakterlerine seslenerek; “Şu Batman’i ciddiye alın, aloo!” şeklinde söylemiyorum. Sadece, bu hikayeyi daha önce o kadar çok okuduk ki (Batman RIP, Final Crisis, hatta, daha güncel, kendi serisindeki son hikayesi, I Am Suicide) artık yaratıcılıktan çok uzak bir hale geliyor, insan başka “çözüm” yolları da okuyabilmek istiyor.

Tabi şimdi, kendimle çelişeceğim ama, bununla ilgili de söylenebilecek çok daha önemli bir nokta da var.

Önce League vs. Suicide Squad hikayesini doğru konumlandırdığımızdan emin olmak istiyorum. Evet, bu bir event hikayesi. Ama event hikayelerinin evren içinde ulaşabilecekleri boyutları, neden olabilecekleri sonuçları düşündüğünüzde aslında bu seri o kadar da ciddi bir şeylere yol açıyormuş gibi gözükmüyor. Yani elimizde bir Crisis on Infinite Earths çapında, hatta Darkseid War, veya Forever Evil çapında bir hikaye yok.

Ancak bu serinin sonunda kullanılan “şaşırtma tekniği”, hikayeyi yalnızca okuyucu açısından ilginç hale getirmekle kalmıyor, aynı zamanda Batman’in taktik / stratejik yetenekleri konusunda önemli bir detay işliyor.

Bütün yaşananların Amanda Waller tarafından, Justice League’e Suicide Squad’ın değerini göstermek için kurgulanmış bir oyun olması, gerçekten de okurken sizi şaşırtan bir final.

Ancak burada asıl etkileyici olan, Amanda Waller karakterinin DC Evreni’nde, plan, strateji, taktik oluşturma açısından “dokunulmaz” bir konumda olan Batman’i de kandırmış olması.

Benim görüşüm burada ne kadar önemlidir, bunu bilemiyorum, ancak seriyi okurken beni yüksek sesle tepki vermeye iten tek noktanın bu olduğunu, ve bu tepkiyi vermemi de her şeyden çok Amanda Waller’ın Batman’i kandırmış olmasının sağladığını rahatlıkla söyleyebilirim. Waller insanları manipüle etme ve kapsamlı plan yapma açısından zaten kabiliyetli birisi – ancak bunu Batman’in bile gözü önünde yapacak kadar iyi olması ayrı bir seviye.

Başında olduğu takımın gerek DC televizyon dizilerinde, gerek de sinema filmlerinde gözüküyor olması, Amanda Waller’ı DC için daha önce hiç olmadığı kadar önemli hale getiriyor, burası tartışmasız.

 Böyle bir senaryo içinde Batman’i bir alt edecek kadar ciddi bir planlama yeteneği ile hareket etmiş olması – her ne kadar daha önceden de bu yönü bilinen bir karakter de olsa, Waller’ı çizgi romanlarda da çok daha önemli bir karakter haline getirebilir.

Benzer bir durum, yine bu seride ön plana çıkarılan ve çeşitli açılardan kayda değer hale getirilen Lobo ve Killer Frost için de geçerli. Özellikle Killer Frost’u öne çıkarma ve ona dikkat çekme çabası çok bariz olsa da, bu seri yayınlandığı sırada onun gelecekte nasıl bir rol oynayacağını bilmemiz gibi bir durum da var (Kendisi, Lobo ile birlikte, Batman önderliğinde kurulacak Justice League of America takımının bir üyesi olacak).

Sonucu daha önceden bildiğimiz için bu durum beni fazla heyecanlandırmıyor. Amanda Waller’ın gelecekte üstleneceği roller, ve tabi kısa vadede en çok merak uyandıran konu, “Task Force XI”, bu açıdan çok daha ilginç kurgular.

Yazının başında da dediğim gibi, potansiyeli büyük ölçüde belli olan bu tarz hikayelerde, bana kalırsa en büyük başarılardan biri de okuyucuları gelecek hakkında meraklandıracak, yeni hikaye olasılıkları yaratacak mantıklı kurgular yaratabilmek. Waller – Batman dinamiğinin bazı okuyucuları epey öfkelendirdiğini tahmin etsem de, DC Comics’in bu seri içinde yaptığı tercih, bunu şimdilik başarmış gibi gözüküyor.