Özel Dosyalar

Hickman’ın Fantastic Four’u

Çok uzun süredir, sitemizin sağ alt tarafında, üzerine tıklandığınızda sizi yukarıda göreceğiniz “To Me… My Galactus!” resmine gönderen ufak bir “sürpriz kutucuğu” bulunuyordu. Tahmin ediyorum ki, başta merak yaratmış olsa da, o kutucuğu oraya koymamdan sonra geçen süre nedeniyle, artık okurlarımızın büyük bir bölümü bu yazıdan umudu kesmiştir.

Sözü fazla uzatmadan, bu yazının “perde arkası”nda neler olduğunu, yazının nasıl bir yazı olarak planlandığını, neden bu kadar geciktiğini, ve şimdi, asıl planımın yerine ne yazdğımı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Başlıktan da anlayacağınız gibi, “To Me… My Galactus!” sahnesiyle “ipucunu verdiğim” yazı, “Hickman’ın Fantastic Four’u”, yani Jonathan Hickman’ın yazdığı Fantastic Four serisi ile ilgili bir yazıydı. Temel amacım, Hickman’ın aşağı yukarı elli sayılık bu serisini, başından sonuna kadar özetlemek, ve bunu yaparken de bu muhteşem seri hakkındaki yorumlarımı paylaşmaktı. Böylece, ortaya sadece özel dosya uzunluğunda / kalitesinde bir yazı çıkmış olmayacak, aynı zamanda Marvel Tarihi’ndeki Avengers ve X-Men “tarih”lerinin yanı sıra, bir de Fantastic Four tarihi eklenmiş olacaktı.

Peki ne oldu? Bu yazı neden bu kadar gecikti?

Açıkçası, yazıyı yazmaya karar verdikten sonra oldukça hızlı bir başlangıç yaptım. Özellikle Hickman’ın serisinin başlangıcı olan Dark Reign: Fantastic Four serisini hızla ve keyifle yazdım, daha sonra da ana seriden aynı hızla devam ettim. Fakat, yaklaşık 2100 kelime yazıp, Fantastic Four’un 577. sayısına geldiğimde, daha önce bu site için yazarken başıma gelmeyen bir şey oldu, ve tam anlamıyla tıkandım: Yazdığım şeyin yazılmasının herhangi bir anlamı olmadığını, yazının tıkandığını ve içinden çıkamayacağım kadar fazla uzun olacağını düşündüğüm için, yazma işinin kendisinden de keyif almamaya başladım, ve 577. sayının bizi getirdiği noktada bu yazı üzerinde çalışmayı bıraktım.

Benzer bir durum, Earth X yazısında da başıma gelmişti, fakat dediğim gibi, ilk kez yazıya devam etmek istemediğimi hissettim. Dolayısıyla, Fantastic Four yazısı da aylarca gecikmiş oldu.

Şimdi ne yapıyorum? Birazdan okuyacağınız yazı ne oluyor?

Demin, bu yazıyı tekrar açtığımda, aslında yazının yazdığım kısmının o kadar da kötü olmadığını, ve her ne kadar bir açıdan tıkanmış olsam da, yazının aslında tamamen farklı bir açıdan bitirilebileceğini düşündüm. Yazı, eğer Hickman’ın yazdığı olay örgüsünü ve temel kurguyu aktarmaya çalışmak yerine; bu kurgu ve olay örgüsünün neden bu kadar başarılı olduğunu yorumlarsa, aslında oldukça kuvvetli bir hale gelebilir, yani bir anlamda, hala kurtarılabilirdi.

Dolayısıyla, ben de – biraz da yazılmış olan o kadar sayfanın boşa gitmemesi amacıyla – son kez kendimi zorlamaya, ve “Hickman’ın Fantastic Four’u” yazısını, belki Marvel Tarihi’ne uygun olacak şekilde değil ama, iyi ve kaliteli bir özel dosya olacak şekilde tamamlamaya karar verdim.

Birazdan okuyacağınız yazı da, temel olarak bu. Ama, yazı üç farklı bölümden oluştuğu ve ciddi zaman aralıklarıyla yazıldığı için, sanırım neler göreceğinizden kısaca bahsetmemde fayda var.

Öncelikle, benim bu yazı için yazdığım orijinal “giriş” kısmını okuyacaksınız. Daha sonra, bu giriş kısmının söylediklerini mantıklı hale getiren bir “okuma listesi” göreceksiniz. Bunu, “Bölüm I – Köprü” başlığı ile start alan kısım, yani “şu ana kadar yazdığım özet/inceleme” kısmı takip edecek. Ve son olarak da, şu anda yazmakta olduğum, “Bu seri neden bu kadar iyi?” sorusuna cevap olarak da düşünülebilecek, kesinlikle “özet” olmayan, fakat önemli olayları da elbette içeren “yorum” kısmı gelecek.

Orijinal Giriş Yazısı

Bu yazıyı okumayın.

Evet, samimi söylüyorum – eğer iyi çizgi romanlar okumaktan keyif alıyorsanız, ki bu sitede olmanızın da başka pek bir açıklaması olamaz, bu yazıyı okumayın.

Daha doğrusu, önce “okumayın” kısmını iki aşamada açıklamama izin verin, ve daha sonra okumayın.

Öncelikle, neden bu yazıyı okumamalısınız?

Çünkü, Hickman’ın Fantastic Four’da yazdığı hikaye, gerçekten okunması gereken bir hikaye. Jon Hickman’ın yazarlık tarzını, Avengers vs. X-Men’in altıncı sayısını incelerken şu şekilde açıklamıştım;

“Hickman, elindeki malzeme ne olursa olsun, hikayeyi sunuşuyla, diyaloglarıyla, kurgusuyla, yavaş yavaş ortaya çıkarttığı büyük olaylarıyla, herhangi bir hikayeyi okunur kılacak bir üsluba sahip.

Bunu şöyle anlatayım. Diyelim ki siz hiç Hickman hikayesi okumamış birisiniz ve bir yerde sizinle yüz yüze sohbet ediyoruz. Ben size Hickman’ın herhangi bir hikayesini özetlemeye çalışsam, ki bu SHIELD olabilir, Fantastic Four’daki hikayesi olabilir, Pax Romana olabilir, vesaire, beni dinlersiniz, ve çok büyük ihtimalle,  “Hadi len, öyle hikaye mi olurmuş, herif amma saçmalamış, puahauhauha” şeklinde bir tepki verirsiniz.

Fakat, eğer bu çizgi romanlardan birini alıp okursanız, muhtemelen vereceğiniz tepki çok daha pozitif yönde olacaktır. İşte Hickman’ın olayı bu: “Bu kadar da olmaz” denen hikayeleri alıp, gayet inanılabilir, gayet eğlenceli ve gayet etkileyici hallere sokmak.”

 Hickman’ın SHIELD serisinden bir sahne – Da Vinci, Newton, Celestial’lar, ve yine zaman yolculuklarını içeren bu hikaye, dışarıdan bakıldığında tüm absürtlüğüne rağmen, yine de oldukça epik bir çizgi roman serisi.

Fantastic Four’u da, asıl etkileyici yapan bu. Hickman, kurgu ve üslup olarak o kadar kuvvetli yazıyor ki, sayıları okurken yavaş yavaş ortaya çıkarttığı gerçeklere, hikayenin arkaplanındaki kurguya ve daha da önemlisi, bu hikayenin sunulduğu dile hayran kalmamak mümkün değil.

O yüzden, konu Hickman’ın Fantastic Four’u olunca, asıl önemli olan neler olduğunu bilmek, gelişmelerden haberdar olmak değil – önemli olan bu hikayeyi okumak.

Gelelim ikinci aşamaya. Bu yazıyı okumayalım da ne yapalım dediğinizi duyar gibiyim.

Bunun için, size Hickman’ın Fantastic Four hikayesini doğru sırayla okumak için gerekli listeyi sunuyorum, buyurun:

Fantastic Four – Okuma Listesi

Dark Reign: Fantastic Four # 1

Dark Reign: Fantastic Four # 2

Dark Reign: Fantastic Four # 3

Dark Reign: Fantastic Four # 4

Dark Reign: Fantastic Four # 5

Fantastic Four # 570

Fantastic Four # 571

Fantastic Four # 572

Fantastic Four # 573

Fantastic Four # 574

Fantastic Four # 575

Fantastic Four # 576

Fantastic Four # 577

Fantastic Four # 578

Fantastic Four # 579

Fantastic Four # 580

Fantastic Four # 581

Fantastic Four # 582

Fantastic Four # 583

Fantastic Four # 584

Fantastic Four # 585

Fantastic Four # 586

Fantastic Four # 587

Fantastic Four # 588

FF # 1

FF # 2

FF # 3

FF # 4

FF # 5

FF # 6

FF # 7

FF # 8

FF # 9

FF # 10

FF # 11

Fantastic Four # 600

Fantastic Four # 601

Fantastic Four # 602

Fantastic Four # 603

Fantastic Four # 604

Fantastic Four # 605

Size tavsiyem, önce gidip bu çizgi romanları şöyle rahat rahat okumanız. Bundan sonra, yazıyı da “ne olduğunu anlatmaya çalışan bir yazı”dan ziyade, “olayları hatırlatan ve bunları yorumlayan” bir yazı olarak görebilirsiniz.

Eğer hala benimle birlikteyseniz, bu muhtemelen bir nedenle asıl hikayeyi okumamayı tercih ettiğiniz ve bana güvendiğiniz anlamına geliyor. Bu durumda, biz de verdiğimiz sözü tutmak ve Hickman’ın Fantastic Four’una oldukça detaylı olarak bakmak durumundayız elbette. Bir uyarı olarak şunu ekleyeyim; bu yazının temel konusu, Fantastic Four’un bu yaklaşık kırk sayısındaki “ana olayı” sizlere aktarmak. Dolayısıyla yazıyı fazla uzatmamak ve çok özete benzetmemek adına, yan olayların bir kısmını atlayabilirim.

Jon Hickman’ın Fantastic Four’daki çalışmaları, aslında çizgi roman okurları için takip etmesi pek de kolay olmayan bir süreç oldu. Hickman’ın hikayesi, hem kurgusu; hem de bu kurgunun sürekli yan öğelerle karıştırılarak, yavaş yavaş ortaya çıkması, ve bu nedenle olayların gitgide karışması nedeniyle, “herhangi bir yerden başlanabilecek çizgi roman” mantığına çok uzaktı – ki bu da pek çok okuyucuyu korkuttu. Bunun yanı sıra, Hickman bir de Human Torch’u öldürmek, Spider-Man’ı takıma dahil etmek ve Fantastic Four’u, “Future Foundation” adında yeniden kurgulayıp tasarlamak gibi ses getiren hareketlere imza atınca, Fantastic Four Hickman’ın serisini takip etmeyenler için adeta yabancı bir dergiye dönüştü.

Peki, Hickman’ın bu çılgınlığı nerede başladı? Fantastic Four nasıl oldu da kendilerini paralel evrenlerin, paralel zamanların, zaman yolculuklarının ve daha onlarca çılgınlığın ortasında buldu?

Enteresan bir şekilde, ilk sayıda.

Fantastic Four’un ana serisini yazmaya başlamadan önce, Fantastic Four’un Dark Reign’in başlangıcında yaşadıklarını anlatan beş sayılık “Dark Reign: Fantastic Four” serisini yazan Hickman, henüz ilk sayıda bir evrenle sınırlı kalmayacağını ortaya koyan bir hikayeye adım attı.

Dilerseniz, artık daha fazla uzatmayalım, ve olaylara doğrudan giriş yapalım.

Bölüm I – Köprü

Her şey, dünyanın en zeki adamıyla, Reed Richards ile başlıyor. Civil War, World War Hulk, Illuminati, ve derken Secret Invasion gibi olaylarla sarsılan ve sonunda Norman Osborn’un kontrolü altına giren Marvel Dünya’sında neyin yanlış gittiğini anlamaya çalışan Reed – Sue bütün ekibi Secret Invasion sırasında zarar gören evlerini toplamakla görevlendirmişken – dahiyane bir fikir buluyor, ve “paralel evrenleri” incelemesini sağlayacak bir cihaz inşa ediyor: “The Bridge”

“Köprü” anlamına gelen “The Bridge”, Reed’e ilerleyen sayılarda, belli parametreleri kullanarak, Marvel Multiverse’ü içinde bulunan diğer evrenleri incemele fırsatı veriyor, ve biraz önce de belirttiğim gibi, Reed bunu kendi evreninde neyin yanlış gittiğini, ve bütün bu olayların nasıl engellenebileceğini görmek için kullanıyor.

İlk olarak, her şeyin kontrolden çıkmaya başladığı nokta olarak kabul ettiği “Civil War” üzerinden gitmeye çalışan Reed; Bridge’e sırasıyla “Superhuman Registration Act”in gündeme geldiği evrenleri, bunun bir “süper kahramanlar arasında fikir ayrılığına yol açtığı evrenleri” ve son olarak da, “barışçıl bir çözümün bulunduğu evrenleri” analiz etmesini söylüyor. Bridge’ini bulduğu 418 parelel evrende ise, sadece tek bir ortak nokta görüyor: Superhuman Registration Act konusunda, kendisinin – daha doğrusu bu evrenlerin Reed’lerinin, tek başlarına hareket etmiş olmaları, ve Tony Stark ile Hank Pym gibi isimlerden yardım almadıkları gerçeği.

Bu bilgiyi kabul etmek istemeyen ve farklı çıkış yolları arayan Reed, daha sonra Bridge’e sorular sormaya devam ediyor. Parametrelerine Illuminati grubunu ve Skrull İstilasını da dahil eden Reed, bu iki faktörün de bulunduğu parelel evrenlerden, yalnızca birinde barışçıl bir sona ulaşıldığını görüyor –ki bu Dünya’daki barışçıl son da Skrull’lara teslim olmak olduğu için, araştırmasını sürdürüyor. Fakat, beynine bir milyardan fazla paralel evren bilgisi yüklemesine rağmen, başka bir çözüm bulamıyor.

Dark Reign: Fantastic Four serisi, tabi sadece Reed’in aradığı cevaplarla sınırlı değil. Reed Bridge’de paralel evrenleri araştırırken, bu hareketinin – kendisinin farkında olmadığı – iki farklı sonucu oluyor: (1) Reed’in çok fazla enerji kullanması sonucunda; Thing, Human Torch ve Sue da çeşitli parelel evrenlere sürüklenip duruyorlar ve (2) Tüm aile başka işlerle meşgulken, Reed ile Sue’nun çocukları Franklin ve valeria, Baxter Building’e gelip Fantastic Four’u feshetmek isteyen Norman Osborn ile mücadele etmek zorunda kalıyorlar.

Serinin son sayısında, Reed Bridge’i kapatıyor, ve sonunda aile üyeleri bir araya gelerek Osborn ile karşı karşıya geliyorlar. Ve Hickman’ın serideki yazarlığını tanımlayacak olaylardan ikincisi de, burada meydana geliyor: Bütün Fantastic Four’a rağmen, Osborn’u durduran, oyuncak silahıyla ateş ederek onu kolundan vuran Franklin Richards oluyor.

Bu olaydan sonra, seri tam mutlu sonla bitti derken, Reed Sue’ya Bridge’de gördüklerini anlatıyor, ve Sue’nun “Peki başka bir şey oldu mu?” sorusuna “Hayır” diye cevap veriyor. Bu noktada, Reed’in yalan söylediğini anlıyoruz, ve Bridge’i kapatma sahnesine geri dönüyoruz.

Reed, Bridge’i kapatmaktan son anda vazgeçiyor, ve ona tüm seriyi tanımlayacak bir soru soruyor: “Bundan başka kaç Bridge inşa edildi?”

Bridge, kendisine “141” cevabını verirken, bir anda ortaya kendi paralel evrenlerinde Bridge’ler inşa etmiş olan Reed Richards’lar çıkıyor. Ve Sue’ya yalan söylemiş olmasına, hatta onun isteğini kabul edip Bridge’i yerinden sökmüş olmasına rağmen, bu olaydan fazlasıyla etkilenen Reed, Bridge’i Baxter Building’in daha gizli bir bölgesinde yeninden birleştiriyor – ve fikirlerini yazdığı duvarına yepyeni bir fikir ekliyor: “Her şeyi çöz.”

Dark Reign: Fantastic Four serisi, sadece Franklin Richards’ın güçlerini yeniden ortaya çıkartmakla ve Reed Richards’ın Bridge’i inşa etmesi gibi son derece önemli bir adımla öne çıkmıyor, aynı zamanda benim gördüğüm en iyi Reed Richards karakterizasyonunu da içeriyor. Bu seride Reed, özellikle de paralel evrenlerde gerçekleşenleri de görünce, kendisinin bunca zamandır kapılmaması gereken bir “yalancı mütevaziliğe” kapılmış olduğunu, tek başına hareket etmesi ve zekasına güvenmesi gerekirken, başkalarının fikirlerini alarak ve başkalarıyla birlikte hareket ederek bir hata yaptığını görüyor.

Ki burada da, Reed için şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Dünya’nın en zeki adamıysa, ve kendi kararları doğrultusunda kimseye danışmadan tüm sorunları çözme yeteneğine sahipse, aslında bir nevi gerçekleşmiş olan her şey Reed bunu yapmadığı için gerçekleşiyor. Yani – Marvel Evreni’nin kötü gidişatının tek sorumlusu, bunu durdurabileceği halde durdurmadığı, için Reed Richards oluyor.

Bölüm 2 – Konsey

Bundan sonra, Fantastic Four’un ana serisine, 570. sayıyla geçiş yapıyoruz ve böylece Hickman’ın Fantastic Four’daki asıl yazarlık dönemi başlamış oluyor. Dark Reign’de Bridge’i geçerek kendisinin farklı paralel evrendeki versiyonlarını gören Reed, bu “Reed”lerin yardım önerisini uzun süre düşündükten sonra, kafasındaki en büyük soruyu çözmek için, onlardan yardım istemeye karar veriyor.

“Her şeyi nasıl çözeceğim?” sorusuna “Agresif bir şekilde.” cevap veren Reed’ler Konseyi, bundan sonra kendilerini Reed Richards’a tanıtmaya başlıyorlar: Birbiriyle iletişime geçen farklı Reed’lerin bir araya gelmesiyle oluşan bu “konsey”, tüm Multiverse’ü izleyerek, farklı paralel evrenlerdeki, devasa sorunları çözen büyük bir organizasyon olarak karşımıza çıkıyor: Yer yer Galactus’un yok edeceği dünyaları kurtarıyorlar, yer yer devasa gezegenleri tarım alanlarına çevirerek evrende açlığı sona erdiriyorlar, sönmekte olan yıldızları “ameliyat ederek” çevrelerindeki gezegenlerde hayatın sürmesini sağlıyorlar, yer yer de, “Evrende eşi benzeri bulunmaz bir açgözlülüğe” sahip olan Dr. Doom’ları ele geçirerek hapsediyorlar – kısacası, Reed’ler konseyi, gerçekten de, her şeyi çözmeyi başarıyor!

Fakat, Reed’in konseye katılmasından yalnızca birkaç hafta sonra, “Konsey” kendilerinin yaptığı aktivitelerden memnun olmayan Celestial’lar tarafından basılıyor. Earth X yazımızda detaylı olarak açıkladığımız Celestials ırkının bu üyeleri, konseyi darmadağın ederek içindeki Reed’lerin büyük kısmını öldürüyorlar, ve içinde bizim Reed’in de bulunduğu bir grup kıl payı kaçmayı başarıyor. Baxter Building’deki birkaç “evrensel” kapasitedeki silahıyla geri dönen ve konseyin Celestial’ları geri püskürtmesini sağlayan Reed, büyük miktarda zarar almış da olsa konseyin hayatta kalmasını sağlıyor  – fakat aynı zamanda konseydeki tüm diğer Reed Richards’lar hakkında da korkunç bir gerçeği öğreniyor: “Her şeyi çözmenin” aynı zamanda büyük bir bedeli olduğunu, hatta daha birebir çeviri yapmak gerekirse, “her şeyi çözmenin bedelinin, her şey olduğunu” anlıyor. Çünkü, buradaki Reed’lerin tamamı zamanla evrensel çözümler üretme konusuna o kadar kapılıyorlar ve o kadar çok sorumluluk alıyorlar ki, zamanla hem Sue’yu, hem de ailelerinin geri kalanını tamamen arkalarında bırakıyorlar.

İşte Reed’in, diğer Reed’lerden en önemli farkı da burada ortada çıkıyor. Babası Nathaniel Richards’ın kendisine verdiği son nasihatı (“Benden iyi bir arkadaş, benden iyi bir koca, ve benden iyi bir baba ol”) hatırlayan Reed, asla böyle bir şey yapmayacağını söylüyor – ve kendisine “eninde sonunda tüm Reed’ler gibi buraya döneceği” söylense de, Bridge’den ayrılarak Sue’nun yanına dönüyor.

 Paralel Evrenlerin Reed’lerine örnekler

Reed’in konseyden bu ayrılışının ardından, konsey hikayesine bir ara veriyoruz. Franklin Richards’ın doğum gününün yaklaşıyor olması, Fantastic Four dergisinin merkezine taşınıyor, ve Franklin’in doğum günü partisi, bütün bir sayıyı kaplayacak şekilde organize ediliyor. Fakat, bu keyifli ve eğlenceli doğum günü sayısının sonunda, son derece enteresan bir şey oluyor ve Marvel Dünyası’nın belki de en güvenli binası olan Baxter Building’e kimsenin tanımadığı bir adam giriyor.

“Zaman Alarmı” tarzı bir şeyin harekete geçmesi nedeniyle zaman yolculuğu yaparak geldiğini anladığımız bu arkadaş, kendisini durdurmaya çalışan Fantastic Four’u hiç zorlanmadan engellese de, kimseye zarar vermiyor, sadece Reed ile Sue’nun iki çocuğu Franklin ve Valeria’ya bir şeyler söyleyerek ortadan kayboluyor. Ancak son sahnede, Valeria bu gelen adamın da doğum gününü kutladığında anlıyoruz ki, bu esrarengiz eleman, gelecekten gelen bir Franklin Richards’dan başkası değil!

“There will be a war between four cities.

The dead must not be forgotten

The future man must return to save the past.

And all hope lies in Doom.”

 “Dört şehir arasında bir savaş olacak.

Ölüler unutulmamalı.

Gelecekten gelen adam geçmişi kurtarmak için dönmeli.

Ve bütün umut Doom’da yatıyor.”

Bölüm 3 – Dört Şehir

Franklin’in doğum gününden sonra, Hickman anlatmakta olduğu epik hikayeye bir ara veriyor, ve bizi mutliverse’ün genel kapsamından, yeniden Marvel Evreni’ne döndürüyor. 575. sayıdan 578. sayıya kadar giden dört sayılık bölümde de, daha sonra Franklin Richards’ın “kehanet”inde bahsedilen dört şehir olacağını anladığımız dört farklı mekanı görüyoruz.

Nedir bu mekanlar, ve özellikleri?

575. Sayı: Kafayı evrim ile bozmuş Darwinist High Evolutionary’nin, Moloid’lerin yaşadığı yer altına inşa ettiği, fakat daha sonra terk ettiği şehir. Buradaki Moloid’ler, geriye doğru evrimleşerek (“devole”) insan benzeri, daha akıllı varlıklar haline geliyor. Fantastic Four, buradan iki tane süper zeki Moloid çocuğu kurtarıyor.

576. Sayı: Kutupların altında bulunan, antik Atlantis şehri. Burada, Namor’un Atlantis’inin Marvel’daki tek Atlantis olmadığını öğreniyoruz. Aynı zamanda, Namor’unkinden daha eski, insana daha az benzeyen yengeçimsi, balığımsı ve yılanbalığımsı akıllı varlıkların içinde yaşadığı daha antik bir krallık daha bulunuyormuş. Sue Storm, onların dilinden konuşmaya çalıştığı sırada, insanların “temsilcisinin” kendisi olduğunu söylüyor ve bu şehir içinde önemli bir yer ediniyor.

577. Sayı: Tek bir Atlantis olmadığını öğrendiğimiz gibi, bu sayıda da tek bir Inhumans kabilesi olmadığını öğreniyoruz. Bilmeyenler için açıklayalım: Inhumans ırkı, Kree adı verilen uzaylı ırkın bir grup Dünyalı üzerinde deney yapması sonucunda ortaya çıkan, Ay’da yaşayan süper güçlü bir ırk. Bu sayıda, Kree ırkının sadece insanlar üzerinde değil, evrendeki pek çok ırkta böyle deneyler yaptığını ve insanların haricinde beşinde daha başarılı olduklarını öğreniyoruz. Bu sayıda, farklı ırkların “Inhumans”larının devasa bir ittifak kurduğunu ve Inhumans kralı Black Bolt önderliğinde yeni bir İmparatorluk kurmayı hedeflediğini görüyoruz.

578. Sayı: Human Torch’un barda kız kaldırmaya çalışırken, yanlışlıkla Baxter Building’e güzel bir kız kılığına girmiş bir Negative Zone böceği getiriyor, ve bu yaratık da Negative Zone Portalını yeniden çalıştırıyor. Bu sayede, Annihilation’dan sonra yenik düşmüş Annihilus’un yeniden güçlenmeye başladığını görüyoruz. Annihilus’a tapan yaratıkların oluşturduğu “Cult of the Negative Zone” da, dördüncü “şehir” olarak karşımıza çıkıyor.

Yorumlar, Eksik Kalanlar, Önemli Bilgiler

Evet… Yazının başında da dediğim gibi, olay örgüsünden bahsettiğim kısım, Hickman’ın serisinin hemen ortalarına doğru sona eriyor. Yazının geri kalanında ise, yapacağım şey olay örgüsünü tamamen göz ardı ederek, bu serinin neden yazılmış en iyi Fantastic Four hikayesi olduğunu düşündüğümü açıklamaya çalışmak olacak. 

Jon Hickman’ın bu seride yaptığı şeyin önemini anlamak için, aslında öncelikle Fantastic Four’un, bir dergi olarak, Marvel içindeki konumuna bakmak gerekiyor.

Hickman’dan önce Fantastic Four, özellikle Avengers ve X-Men takımlarının popülarite anlamında kendisini geride bırakması, ve FF karakterlerinin “Marvel Evreni’ni sürekli ve yeniden dramatik şekillerde değiştiren” devasa event’lerin biraz dışında kalması nedeniyle, Marvel’ın arka planda kalmış bir dergisi halindeydi.

Bir derginin, arka planda kalmış olmasının temel olarak getirdiği iki farklı sonuç olduğunu söyleyebiliriz. Negatif yönden bakıldığında, bu dergiyi çok fazla kişi okumaz, çok fazla insan dergiyle ilgilenmez, ve dolayısıyla, “Fantastic Four Yazarı” ünvanı, örneğin bir “Avengers Yazarı” ünvanına göre çok daha az prestijli bir ünvan haline gelir. Pozitif yönden bakıldığında ise, “Fantastic Four” dergisi bir “Avengers” kadar spot ışıkları altında olmaz, ve editörlerden çok daha az “edit” aldığı için, yazarlar temel olarak daha özgür bırakılır.

Normal şartlarda Fantastic Four gibi bir derginin bulunduğu konumda geçerli olacak bu parametreler, Hickman yazarlığa getirildiğinde, FF için çok da doğru değildi. Çünkü, her ne kadar popülarite anlamında bir düşüş yaşasa da, Fantastic Four hala Marvel’ın ilk süper kahraman dergisiydi, hala son derece önemli bir “marka”ydı, ve dolayısıyla, yazar takımının, örneğin doksanların Deadpool serisinde olduğu gibi, dergiyi kafalarına göre yönlendirme gibi bir seçeneği yoktu. Bu açıdan, Fantastic Four, biraz “geleneksel” bir çizgi roman dergisi konumundaydı.

Başka bir şeye benzeterek örnek vermek gerekirse, Fantastic Four biraz İngiliz Kraliyet Ailesi’ne benziyordu: Yani, teknik olarak fazla bir işlevi yoktu, fakat hakkında enteresan bir haber çıktı mı, bir anda gündem maddesi olabiliyor, normalde konuyla ilgilenmeyen, dergiyi okumayan pek çok insan, yapılan değişikliklerle ilgili sanki en büyük Fantastic Four takipçisi kendileriymiş gibi konuşabiliyordu. Dolayısıyla, okuyucuların ciddi tepkisini çekmeden, Hickman’ın Fantastic Four’da bir tane bile “dramatik değişim” yapma hakkı yoktu.

Peki Hickman ne yaptı?

Bir değil, tam üç tane dramatik değişiklik yaptı.

Hickman’ın yazarlığı boyunca, dergiyi okumayan kesimi en çok harekete geçiren değişiklikler, şunlar oldu:

1- Johnny Storm’un ölmesi, Fantastic Four’un üç kişi kalması [ve daha sonra Storm’un geri dönüşü]

2- Spider-Man’ın Fantastic Four ekibine katılması

3- Johnny’siz, Spidey’li Fantastic Four’un, Marvel Evreni içinde isim ve imaj değiştirerek “Future Foundation” ismini kullanmaya başlaması / Fantastic Four dergisinin, 588. ile 600. sayılar arasında “FF” adıyla çıkması, yani bir nevi sıfırlanması.

Bu tepkilerin, dergiyi çoğunlukla okumayan kesimden geldiğinin altını bir kez daha çizmek istiyorum, çünkü bu gelişmelerin hiçbirisi, Fantastic Four’u okumuş olanların yadırgadığı değişiklikler değildi. Sondan başlayacak olursak, Future Foundation meselesi, zaten muhteşem bir Reed Richards odaklı sayıyla Johnny’nin ölümünden önce başlamıştı; Spider-Man zaten Hickman’ın yazarlığının çok öncesinde de Fantastic Four ile hep bir aile gibiydi (En güzel örneği:  Spider-Man & Human Torch serisi), Johnny Storm’un ölümü de, sıradan bir çizgi roman ölümü olmanın ötesinde, hikayenin gelişimine katkıda bulunan, ve sürekli olmayacağı başından beri belli olan bir ölümdü.

Dolayısıyla, seriyi okumayanların, sadece duydukları ile getirdikleri bu eleştriler, benim “Hickman Faktörü” olarak adlandırdığım şey sayesinde (=“Hickman, elindeki malzeme ne olursa olsun, hikayeyi sunuşuyla, diyaloglarıyla, kurgusuyla, yavaş yavaş ortaya çıkarttığı büyük olaylarıyla, herhangi bir hikayeyi okunur kılacak bir üsluba sahip.) kaliteli bir kurgunun, yine kaliteli parçaları haline geliyordu.

Yani örneğin, Fantastic Four’u okumayan birisi, Spider-Man’ın takıma katılmasını, Wolverine’in her takıma üye olması veya Deadpool’un her macerada hortlaması gibi, “popüler karakterden para kazanmak üzerine kurulmuş” bir olay olarak görürken, seriyi okuyan birisi, Spider-Man’ın nasıl FF dergisi içinde anlam bulduğunu, Franklin’le nasıl yakın bir ilişlisi olduğunu ve hatta, AvX’de Hope’un üzerinde olduğu gibi, Franklin’in karakter gelişiminde nasıl bir rol oynadığını rahatlıkla görebiliyordu.

Burada lafı biraz uzattım, fakat önce Hickman’a getirilebilecek bir takım eleştrilerin, sizde önyargı oluşturmaması gerektiğini göstermeye çalışıyorum.

Buradan devam edecek olursam, sizi yoğun miktarda spoiler’a boğma riskini de alarak seriyi neden bu kadar başarılı bulduğuma yoğunlaşmak istiyorum. Bu noktadan sonra, yazıdaki “hedef kitlem” açıkçası seriyi okumuş olanlar, o yüzden okumadıysanız muhtemelen bundan sonrası pek bir anlam ifade etmeyecektir.

1- Serinin bu kadar başarılı olmasının birinci sebebi, bana kalırsa her şeyden önce inanılmaz bir Reed Richards hikayesi olması. Eğer arada çizgi romanların sonundaki “Letter Page”leri karıştırıyorsanız, bu serideki sayıların birinin sonunda, Jon Hickman ile editör Tom Brevoort’un diyalog şeklinde yazdıkları bir “Hickman bu işi nasıl aldı?” bölümü bulunuyordu.

Burada, Brevoort Hickman’a, “Sence Fantastic Four’un temel sıkıntısı nedir, bu dergi neden bu hallerde?” diye soruyor, Hickman ise temel sorunun, “Derginin Reed’e fazla yoğunlaşması, Reed-centric bir hale gelmesi ” olduğunu söylüyordu. “Peki bu konuda ne yapacaksın?” sorusu geldiğinde ise, Hickman esprili bir şekilde,  “Sadece Reed Richards’a odaklanan bir hikaye yazacağım.” diye cevap veriyordu.

Fantastic Four’un Hickman yazarlığında yaşadığı hikaye, tartışmasız olarak bir aile hikayesi, üstelik Fantastic Four’un bugüne kadar olduğundan çok daha geniş bir aile hikayesi. Fakat, temel olarak her şey o kadar Reed ile alakalı ki, eğer okuyucu olarak bir şekilde Reed’in gözlerinden hikayeye bakabilirseniz, Reed’in zekasının, çevresinin ve hareketlerinin sonuçlarına katlanmasının, nasıl inanılmaz bir hikaye haline getirildiğini çok daha iyi hissedebiliyorsunuz, ki Reed’in yaptığı seçimler, zaten bir nevi hikayenin temel konusu oluyor.

2- İnanılmaz bir aile hikayesi, ve inanılmaz karakterizasyonlar. Reed’in seçimleri ve karakteri her şeyin arkasında yatsa da, Hickman’ın asıl başarısı bu: Fantastic Four’un en temel özelliğini alıp, son derece karışık, son derece zorlayıcı bir kurgunun içinde, bu temel özelliğin muzaffer olmasını sağlamak.

Serinin sonlarına doğru, Fantastic Four üyeleri kendilerini Marvel Evreni’nin en esrarengiz, en güçlü varlıklarından olan Celestial’ların, Dünya’yı farklı amaçlarla ele geçirmek / yok etmek isteyen dört farklı ırkın, kendi evrenlerine dönmek için gereken herkesle işbirliği yapmaya çalışan, ve en ez 616’nın Reed’i kadar akıllı olan Paralel Evren Reed’lerinin, Galactus’un ve devasa bir Kree istila ordusunun ortasında buluyorlar.

Ve, hiç umudun olmadığı, içinden çıkılmayacakmış gibi görünen bu kaotik climax’in içinden, sadece bir özellikleri sayesinde çıkıyorlar: Aile olmaları.

Yukarıdaki özette, serinin pek çok kısmını dışarıda bıraksam da, bana göre en önemli kısımlarından biri olan Konsey’i açıkladım. Konsey’de, farklı paralel evrenlerin Reed Richards’ları, “her şeyi çözmek için” ailelerini geride bırakarak, gezegenler, galaksiler, uzaylı ırklar kurtarmayı başarıyorlar. Güneşleri  “ameliyat ediyorlar”, yiyecek sağlayan devasa gezegenler oluşturuyorlar, Doom’u ortadan kaldırıyorlar, fakat hepsi, ailelerini ve arkadaşlarını geride bırakıyorlar, ve hepsi, sonunda Celestial’lar konseyi keşfettikleri zaman, başarısız oluyorlar.

Serinin bizi götürdüğü mantık akışı şu: Reed Richards, kendi ailesini terk edemediği için, aslında bencil ve zayıf bir karar alarak konseyi terk ediyor. Kendi kişisel mutluluğunu ve ailesinin mutluluğunu, bir kahramanın yapması gerekenin aksine, belki de trilyonlarca hayatın devam etmesine tercih ediyor. Fakat, serinin sonunda ortaya çıkıyor ki, aslında her şeyi çözmenin sırrı, güneşleri düzeltmekte ve galaksileri beslemekte değil, çünkü her şeyi çözmesi gereken kişi, her şeyi çözmeye yetecek kadar kapasitesi olan kişi Reed değil. Her şeyi çözecek kişi, Franklin Richards.

Ve dolayısıyla, Reed ailesini terk etmediği için, Reed ailesini trilyonlarca hayata tercih ettiği için, aslında diğer Reed’lerin yarattığı ve yaptığı onlarca iyiliğin hiçbirini yaratamasa da, gerçekten önemli olan tek şeyi, Franklin’i yaratıyor. Ki bu da, asıl doğru tercihi Reed’in yaptığı, Reed’in etik olarak yanlış olan kararının, dönüp dolaşıp doğru karar haline geldiği anlamına geliyor, ki kırk sayı bu macerayı takip edip, son sayıda Franklin’in Celestial’lar ile mücadele ettiği sahnede, Reed’in babasının “Look up at the life you made. (“Yarattığın şu hayata bak.”) cümlesini gördüğünüzde, tüylerinizin diken diken olması da kaçınılmaz oluyor.

Aile olmanın ön plana çıkarılıyor olması, yani kollektif bir karakter grubunun, bireysel karakterlerin önüne geçiyor olması, normal şartlarda her bir karakterin kendi içinde daha az işlendiği gibi bir yan etki oluşturabilir. Fakat Hickman bu sorunun da altından ustalıkla kalkıyor. Reed’in karakterizasyonundan yeteri kadar bahsettim ama, seri aynı zamanda bugüne kadar okuduğum en iyi Sue Storm, Johnny Storm ve The Thing karakterizasyonlarını da içeriyor.

Sue Storm’u, aileyi bir arada tutan kişi olma görevini, belki de hiç olmadığı kadar bilinçli bir şekilde, bunu adeta gerçek anlamıyla bir “görev” olarak üstlenirken görüyoruz. Üstelik, Antik Atlantis’in başındaki hareketleri de, onun kendine güvenen, cesur süper kahraman kişiliği ile, aile içindeki görevini dengeliyor.

Thing, zaten kendisine pek çok sayı ayrılıyor ama, traji ve komedi unsuru olarak inanılmaz kullanılıyor, ve serinin epilogunda, karakterine (net tanımlamak gerekirse “vazgeçilmiş” bir) ölümsüzlük ekleniyor.

Johnny Storm ise, belki de son yıllardaki en mantıklı karakter ölümlerinden birini yaşamıyor ama, bu ölümün getirdiği sonuçlar karakteri bir iki adım öne çıkarıyor. Her zaman çocuksu tavırları ve eğlence düşkünlüğü ile ön plana çıkan Human Torch için, yaklaşık bir senesinde ölü olduğu bu kırk sayılık macera, aynı zamanda bir “coming of age” hikayesi haline geliyor. Ölene kadar hala Ben ile uğraşmaktan, kızlara hava atmak için Negative Zone aletlerini ziyaret ettirmekten çekinmeyen Johnny öldükten sonra, dönüşünü yine bir şakayla yapsa da, daha olgun, daha ciddi bir karakter haline geliyor; hatta, serinin son bölümünde, Annihilus’un gemisini kontrol ederken o kadar olgun ve kontrollü bir şekilde hareket ediyor ki, bir an için, takımın liderliği konumuna yükseldiğini iddia etmek bile mümkün.

Spider-Man de, yukarıda da belirttiğim gibi, hikayeye ve özellikle Franklin’in hayatına başarıyla ekleniyor. Fantastic Four tarafından sevilse de, onlar tarafından takımın ve hatta ailenin bir parçası olarak görülse de, kendisi de Johnny’nin yerine gelmiş olmanın ağırlığını taşıyor ve naif –iyi niyetli karakteri ile, rahatlıkla sempati kurulabilen bir karakter haline geliyor.

3- Gerçek anlamda detaylı, geniş, güçlü bir kurgu. Hickman’ın Fantastic Four’u, sadece Marvel Evreni ile sınırlı kalmama olayını, gerçek anlamda abartan, ve bu abartının altından da başarıyla kalkan bir seri. “Konsey” muhabbetinden de anlamış olabileceğiniz gibi, paralel evren konsepti hikayede önemli bir rol oynuyor, fakat, Hickman’ın tek kurguyla sınırlı kalmama fikri bununla da sınırlı değil.

Aynı zamanda, Reed Richards’ın zaman yolcusu babası Nathaniel Richards’ın seriye dahil olması, ve Franklin ile Valeria Richards’ın gelecekteki hallerinin de serinin önemli karakterleri arasında yer alması nedeniyle, hikaye hem zaman – hem de evren bakımından son derece karmaşık ve hırslı bir kurgu içinde geçiyor. Üstelik, farklı Inhuman ırkları, Namor’unkinde daha eski bir Atlantis fikri, Negative Zone kültü ve daha nice yan kurgu öğesi, serinin her an kontrolden çıkabilecek, fazlasıyla geniş kurgusunu daha da genişletiyor.

Serinin son sayılarında, Marvel Evreni’nin diğer üyeleri de, FF’in yaşadığı büyük maceraya kayıtsız kalamıyor.

Bunlara rağmen, Hickman hem bu hikayelerin hepsini ustalıkla bir araya getiriyor, ve sonuç olarak kontrol edilmesi çok zor olan bir hikayeyi, başarıyla tamamlıyor.

Fantastic Four’un bu sayılarının kurgusu hakkında söyleyebileceğim daha çok şey var, fakat uzatmak istemiyorum, kısacası, ana akım çizgi romanlar içinde nadir görebileceğimiz bir kurgu kalitesi var.

Muhtemelen serinin bu derece etkileyici olmasının temel sebebi de bu.

4- Gerçekten “önemli” bir hikaye anlatılması.

Eğer belli bir süredir çizgi romanlarla ilgileniyorsanız, muhtemelen sağda solda, bir yerlerde “Çizgi Roman Okur – Yazarlığı” denen bir şeyden bahsedildiğini görmüşsünüzdür. Çoğu zaman çizgi roman kültürüne sahip olmak, çizgi roman okuma alışkanlığı olması anlamında kullanılan bu kavramın, ben aslında gerçek anlamda, çizgi roman okurken bilinçli olmadan sahip olduğumuz bazı “okuma alışkanlıkları” olarak da kullanılabileceğini düşünüyorum.

Amerikan Mainstream çizgi romanlarındaki “okur – yazarlık” alışkanlıklarımızdan biri şudur: Bir karakterin, veya bir takımın maceralarını okurken, bu karakterin, kendisinden çok daha büyük bir evrenin parçası olduğunu yarı bilinçli olarak unuturuz.

Örneğin, eğer Spider-Man’ın Doctor Octopus ile savaştığı bir macerayı okuyorsak, aynı anda olmasa bile, aynı dönemde çıkmış dergilerde, Avengers gibi, Fantastic Four gibi, kozmik karakterler gibi öğelerin varlığını unuturuz. Çünkü, eğer bunları unutmazsak, Spider-Man’ın maceraları tamamen anlamsız kalır. Avengers bir gün sonra bütün gezegeni kurtarırken, Fantastic Four paralel evrenlerden gelen tehlikelerle savaşırken, kozmik karakterler belki evrenin yok olmasını engellerken, Spider-Man’ın New York şehri ile sınırlı bir süper kötüyü dövmesinin ne gibi bir önemi olabilir ki?

Bu yüzden, bu tarz “gerçekleri”, çoğu zaman göz ardı eder, sokaklarda uyuşturucu çeteleri kovalayan süper kahramanların bile bize mantıklı gelmesini sağlarız.Üstelik, bu sadece sokak seviyesi ile de sınırlı değildir, çünkü Avengers gibi görece olarak evrensel sorunlarla uğraşan takımlar bile, temel olarak Marvel Evreni’ndeki güç piramitinin alt seviyelerine düşerler. Bu nedenle, bir yazarın, evrenin kaderi ile oynayan, yani gerçekten anlamı olan bir hikaye yazması zordur, ki yazılanlar da, örneğin Infinity Gauntlet serisi gibi, çoğunlukla eğlenceli, biraz karikatürize edilmiş maceralar olurlar, gerçekten hırslı “kozmik hikayeler” olmazlar.

Hickman’ın hikayesi ise, tam anlamıyla hırslı bir kozmik hikaye. Serinin başından itibaren, paralel evrenler, Galactus’lar, Celestial’lar, ölümsüz karakterler, evrensel sonsuzluk fikri ve daha pek çok “larger than life” öğe ile kurgulanan hikaye, adeta okuyucuya, “Bu sadece bir takımı, bir mekanı, bir gezegeni, hatta bir evreni ilgilendiren bir şey değil, bu gerçekten önemli bir hikaye” diye bağırıyor, ve bunun da altını boş bırakmıyor. 

Hickman’ın Fantastic Four’unu bu kadar beğenmemin sebeplerinden en önemlisi, benim için Marvel’ın gerçek anlamda epik diyebileceğimiz ikinci hikayesi olması. Earth X ile birlikte, Hickman’ın Fantastic Four’u, bana kalırsa yazılan en iyi “Büyük Marvel” hikayesi.


Sonuç

Muhtemelen, serinin doruk noktası olarak tanımlayabileceğimiz an. Babasının Celestial’lar elindeki kaçınılmaz ölümünü engellemek için gelecekten gelen Franklin Richards, evrenin en güçlü varlıklarından olan bu uzay tanrılarına karşı, bir başka uzay tanrısını, Galactus’u, kendi yardımcısı olarak kullanıyor. 

Yazıyı fazla uzatmamak adına, seriyi beğenmemin sebeplerini temel olarak dörde ayırdım, fakat daha pek çok başarılı özellikten söz etmek mümkün. Bu dört faktörün tamamının serinin geneline başarıyla yayılmış olması (ki bahsettiğimiz serinin kırk sayıdan fazla olduğunu unutmamak gerekiyor), hikayenin tam zamanında bitirilmiş olması ve Hickman’ın serideki görevi tamamlanıncaya kadar aynı hikayenin üstüne gitmemesi, bir başka deyişle olayı tadında bırakması,  serinin son derece başarılı anlatım dili ve diyalogları, hep bu bahsettiğim özellikleri güçlendiren öğeler. 

Amerikan çizgi romanlarını incelerken, bu çizgi romanları temel olarak iki gruba ayırabiliriz: (1) Ana akım – çizgi romanlar, ve (2) Genel olarak daha entellektüel, daha kompleks, daha yetişkinlere yönelik yazılan çizgi romanlar. Tabi ki bu işi biraz kurcalayarak, çok daha fazla kategori elde etmek mümkündür, fakat çizgi romanla hiç ilgilenmeyen birine açıklarken, getirilebilecek en net açıklama budur. 

Ben, özellikle doksanlı yıllardan itibaren, örnekleri çok az da olsa, aslında ortaya üçüncü bir kategorinin çıktığını düşünüyorum: Ana akımdan bağımsız olmayan, fakat en az bağımsız çizgi romanlar kadar kompleks kurgulara sahip, bağımsız çizgi romanların aksine, “entelektüelite iddiası” olmayan, fakat buna karşın, anlaşılabilmesi için ciddi miktarda dikkat ve hatta ön bilgi gerektiren “kaliteli” eserler. 

Frank Miller’ın “The Dark Knight Rises”ının bir nevi ilham verdiği bu türün, Marvel içinde başlıca örnekleri, Earth X gibi, Marvels gibi, daha distopik ve paralel evren hikayeleridir. Bana sorarsanız, her ne kadar ben yarım yamalak ve ciddi eksiklerle dolu bu yazıyla hakkını verememiş olsam da, Hickman’ın Fantastic Four’u da, kesinlikle bu kaliteye yaklaşan bir çalışma.