ÇROY

ÇROY 8 – İki Popüler Kültür Teorisi

Çizgi romanları nasıl daha mantıklı olarak yorumlayabiliriz, nasıl pek çok çizgi roman “fan”ının düştüğü “her şeyden nefret etme, huysuz amcalar gibi her şeyi kıyasıya eleştirme” olayını bir kenara bırakabiliriz, bu konularla ilgilendiğimiz Çizgi Roman Okur Yazarlığı yazı dizimize, sekizinci yazıyla tekrar dönüyoruz.

Bu yazıda, popüler kültürün her alanına uygulanabilecek, ve çizgi romana da uygulanmasının mantıklı olduğunu düşündüğüm iki “teori”den bahsetmek istiyorum – aslında ÇROY gibi bir yazı dizisinde bundan önce ele alınabilecek, ele alınması gereken pek çok konu var ama nasıl olsa daha devam ediyoruz, onlara da sıra gelecektir.

 Lafı hiç uzatmadan, bahsettiğim teorilerin açıklamasıyla başlamak istiyorum.

A- Çeşitlere ulaşma imkanı, normalde sevebileceğiniz bir çizgi romanı göz ardı etmenize, sevmemenize yol açabilir.

Bu “teori” bana ait olan bir şey değil – gerçi bir sonraki teorinin de bana ait olduğunu iddia etmeyeceğim ama bu, ikincisinin aksine, benim üzerine kafa yormadığım, başka bir yerden okuduğum ve biraz “çizgi romana uyarladığım” bir mesele.

Birkaç sene önce, Ekşi Sözlük’te Heavy Metal ile ilgili bir entry okumuştum. Şu anda bu entry’nin hangisi olduğunu, hangi başlıkta olduğunu, ve kim tarafından yazıldığını kesinlikle hatırlamıyorum (birisi bulabilir / hatırlatabilirse buraya eklemek isterim açıkçası) – fakat entry’nin yazarı, internet bu kadar hızlı ve yaygın hale gelmeden, insanların metal müziğe nasıl ulaştığını ve bunun nasıl bir psikoloji yarattığını uzun uzun açıklıyordu.

Dediğim gibi, yazıyı tam olarak nerede bulduğumu bile hatırlamıyorum, ama hatırladığım kadarıyla, yazının temel fikri şu şekildeydi:

Bizim zamanımızda öyle internet gibi, Bunalti.com gibi, torrent gibi imkanlar yoktu. Biz tanınmamış bir metal grubunun bir kasetini alabilmek için Kadıköy’e gitmek, kaset çektirmek gibi işlerle uğraşmak zorundaydık ve bir kasetin elimize geçmesi bazen  haftaları bulurdu. O yüzden, sonunda bir kaseti alıp eve gittiğimizde, o albüm bizim uzun süre sonra dinlediğimiz ve bir süre boyunca dinleyeceğimiz tek “yeni” albüm olurdu.

Bundan dolayı, bizim öyle bir albümün iki üç şarkısını yarım yamalak dinleyip, “Aman, bu güzel değilmiş” demek gibi, ilk dinlemede hoşumuza gitmedi diye albümü değiştirmek gibi bir lüksümüz yoktu. Biz, bir albüm elimize ulaştığında onu dinlemek, en azından sevebilme ihtimalimiz olduğu sürece dinlemek, sevmeye çalışmak zorundaydık.

Şimdi ise insanlar Bunalti’dan on dakikada bir albüm indiriyor, ilk şarkının ilk dakikası dikkatlerini çekmezse, vazgeçip başka albümleri indirmeye devam ediyor, ilk indirdikleri albümü de, iyi ihtimalle bir kere dinleyip, “Kötü, olmamış” falan diye nitelendiriyorlar.

Belki açıklamama bile gerek kalmadan, bu konuyu çizgi romanlara nasıl bağlayacağımı görmüşsünüzdür.

Son yıllarda, çizgi romanlar internette inanılmaz kolay bulunabiliyor. Öyle ki, Facebook yoluyla, Mail yoluyla bana tavsiye için ulaşan arkadaşların büyük çoğunluğu, “Ne okuyayım?” şeklinde değil, “Ne indireyim?” şeklinde sormayı tercih ediyorlar.

Kelime kullanımına kadar yayılmış bu yaklaşıma karşı, vermek istediğim iki “tavsiye” var.

1 – Yeni bir seriye başlamak, pek çok açıdan “değişik” bir deneyim olabilir. İlk bakışta; konu, karakterler, konsept veya (özellikle okuduğunuz çizgi roman daha eski, gözünüzün alıştığından farklı stilde çizilmiş bir eserse) çizimler vs. hoşunuza gitmeyebilir.

Bir seriden vazgeçip, yeni bir seriye başlama sürecinin, yaklaşık iki – üç dakika olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Fakat, bu yazı dizisinde bahsettiğimiz “gruplar arası geçiş”in yapılabilmesi için, bence çizgi romanların (veya, yeri gelmişken, herhangi bir sanat eserinin) iki taraflı bir uğraş olduğunun unutulmaması gerekiyor. Evet, elbette sanatçının kendisi asıl emeği ortaya koyan kişi oluyor, fakat serileri anlamak, takip edebilmek, sevebilmek için, okuyucunun da biraz sevmeye çalışması, ilk bakışta hoşuna gitmedi diye, bir kenara atıp, ilk bakışta kendisini çekecek başka eserlerin arayışına girmemesi gerekiyor.

Çünkü bu alışkanlık, bir okurun, normalde sevebileceği bir eserden çok çabuk vazgeçmesine yol açmakla kalmadığı gibi, aynı zamanda, sürekli kendisini “ilk bakışta çekecek”, “yabancı gelmeyecek” eserlerin arayışına girerek, çizgi roman yelpazesini de, çok dar tutmasına yol açabilecek bir alışkanlık.

2 – Bu konuyla tam olarak alakalı olmasa da, “indirme” konusuyla ilgili bir şey daha eklemek istiyorum. Dediğim gibi, pek çok okurdan, “Ne okumalıyım?” yerine, “Ne indirmeliyim?” gibi sorular alıyorum.

İnsanların bir şeylere sahip olmayı sevdiğini sanırım açıklamaya gerek yok. Fakat bu internetteki “çizgi roman bolluğu” ve bunlara ulaşımın kolaylığı pek çok çizgi roman sever için asıl amacı, “okumak”tan çok “indirmeye” çeviriyor. Bu yüzden, okumaya ne kadar hevesli olursanız olun, bilgisayarınızda ciddi bir “arşiv” yaratma fikri, varolan her şeyi indirme dürtüsü, bazen çok çekici gelebiliyor.

Bu konuda söylemek istediğim şey çok basit: Bilgisayarınızda hangi dosyanın olduğunu bu kadar önemsemeyi bırakıp, indirdiğiniz çizgi romanlardan herhangi birini okumaya başlayın. Çizgi romanı okumak için değil, sadece “biriktirmek” için almak bu işin kültürünün bir parçası, fakat illegal dosyaları bilgisayarınıza download etmek, bunlar kaç terabyte olursa olsun, sizi iyi bir çizgi roman okuru yapmıyor.

Çok sayıda çizgi roman okumak ise yapıyor. O yüzden, ne “indireceğinize”, arşivinizin ne kadar büyük olduğuna bu kadar takılmayın. Unutmayın, önemli olan arşivin boyutu değil!

B – Kollektif bir okumadan alınan keyif, genelde, tek tek okumaktan alınan keyiften fazladır.

Bu ikinci “teori” ise, benim çizgi romanlardan çok, dizi izlerken farkına vardığım ve açıkçası en çok da dizilere uyduğunu düşündüğüm bir teori – fakat aslında çok da farklı bir endüstri olmadığından, çizgi romanlara da uyduğunu düşünüyorum.

Bu durumu, “dizi izlerken farkına vardığım” deneyimi biraz açarak anlatmaya çalışayım.

Bundan bir sene önce, muhtemelen pek çoğunuzun bildiği bir dizi olan Chuck’u izlemeye başladım. Ben başladığımda, dizi beşinci sezondaydı.Boş bir zamanıma denk geldiğinden, diziyi aşağı yukarı iki – üç hafta içinde dört sezonun tamamını bitirecek bir hızla izledim.

Diziyi başından beri izleyen arkadaşlarım, dördüncü sezonda dizinin yavaş yavaş ritmini kaybetmeye başladığını, komedi unsurlarının azaldığını ve dizinin eski kalitesinde olmadığını söylüyorlardı; fakat ben ilk dört sezonu bir anda izlediğimde, böyle bir sorun görmemiş, hatta, dördüncü sezonda da, tıpkı birinci sezonda yapılan esprilere benzer şeyler yakalayıp mutlu olmuştum.

Peki, nasıl oluyordu da, diziyi bölüm bölüm çıktıkça izleyen arkadaşlarımla, bir anda izleyen ben, bu kadar farklı yorumluyorduk?

Ben, bunun arkasında birden fazla sebep olduğunu düşünüyorum.

Fakat bunlardan en önemlisi, bölüm bölüm izleyen arkadaşlarımla benim aramdaki en büyük fark, “bekleme süresi” meselesiydi. Onlar, sezon aralarını bekleyip, yeni sezon için heyecanla hayaller kuruyor, en sonunda bir bölüm izledikten sonra bir hafta boyunca yeni bölümün yayınlanmasını bekliyorlardı. Yayınlanan bölüm kötü olduğunda ise, bu bir haftalık bekleme süresine “değmediğini” hissedip, bir dahaki haftayı beklemeye koyuluyorlardı. Hele üst üste üç – dört kötü bölüm yayınlandı mı, bu adamlar bir ay boyunca, dört bölümde, kötü bir Chuck (veya başka bir dizi) deneyimi yaşamış oluyorlardı.

Oysa ben, bölümleri art arda izlediğimden, böyle bir sorun yaşamadığım gibi, kötü bölümleri de daha kolay “atlatıyordum”. Onlar için, atıyorum, “2 kötü bölüm, 1 iyi bölüm, 3 kötü bölüm” gibi bir durum, Chuck’un iki ayda bir tane kabul edilebilir bir bölüm yayınlaması gibi bir olay olurken, ben, belki bir saat boyunca o kadar tatmin olmuyor, fakat daha sonra bir iyi bölümle kendime geliyor, sonra üç kötü bölüme yine rahatlıkla katlanıyordum.

İşin içine, sezonlar arası açıldıkça, sezonların ayrı ayrı birer “bütün” haline gelmesi gibi, eski bölümlerle duygusal bağların kurulması gibi faktörler de girince, tabi bölüm bölüm izlemekle, bir bütün olarak izlemek arasında çok ciddi bir “keyif” farkı oluyordu.

Dizilerle ilgili bu muhabbeti çok uzatmak istemiyorum – ama bu fikri, çizgi romana da, oldukça kolay bir şekilde uygulamak mümkün.

Bir çizgi roman dükkanına girdiğinizde, çizgi romanları alabileceğiniz temel olarak iki farklı yol var: Ya Amerikan çizgi romanının geleneksel dağıtım yolu olan “fasikül”leri alırsınız, ya da, son on yılda yükselen bir trend olan, farklı cilt boyutlarına yönelirsiniz. Bunlar, benim dizi deneyimimle açıklamaya çalıştığım, “bölüm bölüm izleme” ile, “bir bütün olarak izleme”nin bir yayın formatına dökülmüş halidir.

Okuma deneyimi olarak, dergiye benzer, ince fasikülleri veya daha kalın, daha oturaklı ciltleri tercih edebilirsiniz. Fakat, ben çizgi romanda, ister cilt olarak, ister de art arda okunan fasiküller olarak okunduğunda, bir “bütünü” okumanın, çoğu zaman daha keyifli / daha objektif bir okuma olduğunu düşünüyorum. Bu durum, hem aradaki bekleme süresini azaltıyor, hem de bir ay boyunca bir dergiyi beklemiş olmanın yaratabileceği hayal kırıklıklarının önüne geçiyor.

Özellikle Trade Paperback denilen ve genelde altı yedi sayıdan oluşan ciltlerin çizgi roman sektörü için önemli bir unsur haline gelmeye başladığı şu dönemde, ileride bu formatta basılacakları düşünülerek, beş, altı, yedi sayılık “bütünler” olarak kurgulanan hikayelerin, birlikte okunmasının daha isabetli yorum yapmaya olanak sağlayacağı bir gerçek.

Bu yüzden, her çizgi roman için, her macera için konuşmasam da, en azından daha sağlıklı bir yorum yapabilmek için, hikayelerin tasarlandıkları gibi, bir bütün olarak okunmalarının faydalı olabileceğini düşünüyorum.

Dediğim gibi, bunlar ÇROY gibi, konsantre olması gereken daha temel konular olan bir yazı dizisi için “ileri” seviyede tavsiyeler. Fakat bu yazı dizisini şimdilik durdurma gibi bir niyetim yok, o yüzden sekizinci yazıyı böyle konulara ayırdığım gerçeğini çok daha kafaya takmamaya çalıştım.