DC Filmleri

The Dark Knight Rises

Az önce IMAX İstinye Park sinemasındaki gece gösteriminden geldim, hazır sıcakken duygu ve düşüncelerim uykum da kaçmışken geçtim bilgisayar karşışına. Bahsedilebilecek çok şey var, üzerinde durulması gereksiz olan birçok nokta da var ama uzun lafı kısaltırsak The Dark Knight Rises (TDKR) en Batman filmi olmuş diyebiliriz. Film olarak kesinlikle ilk iki filmden daha iyi bir film, ayrıca dediğim gibi daha bir Batman. “Spoiler” yapabilirim çünkü açıkçası filmi izlemeden TDKR hakkında bir şey okumak çok da anlamlı olmayacaktır.

Öncelikle filmi büyük bir meraksızlık ve “meh” mimikleriyle beklediğimi söylemeliyim. Merak edip de bir tane bile fragmanı izlemedim. Tabii, bu filmi izlemeden önce film hakkında hiçbir şey bilmek istemiyorum tarzı bir davranış değildi. Açıkçası, üç filmi izledikten sonra dahi temelde insanların neden halen Nolan’ın Batman’ini bu kadar büyüttüklerini ve kutsanmış bir şey gibi algıladıklarını anlamıyorum. Bunun üstüne, zaten Batman hakkındaki bilgileri ve merakları çizgifilm ve diğer Batman filmlerinden öteye gitmeyen insanların bir anda dünyanın ne büyük Batman uzmanı/fanı her neyse o tarzda bir insana neden dönüştüklerini anlamıyorum. Burada Batman çizgiromanlarını okuyorum diye bir kibir ya da küçük görme durumu söz konusu değil benim açımdan. Aksine, hoş diledikleri konuşsunlar Batman üzerinden herhangi hakka ya da otoriteye sahip değilim.

Fakat Batman, temelde ve orijininde o kadar ortalama insan profiinden uzak bir karakter ki, insanlar bir şekilde kendilerini yine de onunla bağdaştırabiliyor. Bilmiyorum belki de benim sanatsal algımda, sanat eserini özümseyen kişinin o eserde kendinden bir şeyler bulduğu takdirde ona karşı kendini daha yakın hissetmesi gerekliliği söz konusu olduğundan dolayı kavrayamıyorum olayı. Çünkü burada biraz da Batman’in tüketici gözünde tanrılaşması söz konusu sanki. İnsandan daha üstün, daha kuvvetli, daha zeki, ulaşılamaz bir varlık halini aldı Batman. Tanrılara yaraşır tramvatik hayat hikayesi, buna rağmen erdemli fakat gaddar bir varlık. Batman, antik Yunan veya Roma tanrısı gibi bir statüye erişmiş gibi duruyor.

Konuya biraz daha dönecek olursak, tıklım tıklım dolu olan salonda hissetiğim atmosfer bana bunları düşündürdü. Film başlarken salondaki herkesin DC ve Legendary logo’ları çıktığı zaman alkışlamaya başlaması hoştu. Ben böyle bir durumu uzun zamandır festivaller hariç bir film seansında görmemiştim. Hatta bu durumu en son 2001’de Clint Eastwood’un Mystic River filmini izlediğimde yaşamıştım. Kesinlikle bittiğinde alkışı hak eden bir filmdi. Gerçi, normalde film bittikten sonra insanlar alkışlar ama olsun. Fakat sonraları bir sorun baş göstermeye başladı. Batman’i ilk kez ekranda gördüğümüzde (bu sahneye gelmemiş yaklaşık yarım saati buldu) arkalardan bir kız alkış tutup çığlık atmaya başladı. Modern bir tanrıya taparcasına bir hareketti bu. Sonra film arasında kızın bunu bir sosyal gruba aidiyet duygusuyla yapmış olabileceğini düşündüm. Sonra aynı olayı Batman tekrar ekranda belirince yaptı (ilk gözüktüğü sahneden sonraki aksiyon sahneleri ile bu bahsettiğim sahne arasında yaklaşık bir saat kadar Wayne’i kostüm içinde göremedik). O an kızın Batman’i kafasında tanrılaştırdığına kesin kanaat getirdim.

Filmden sonra salondan çıkarken filmi benimle beraber izleyen kardeşime dönüp; “Sanki caz konserindeyiz, şarkının ortasında performansı alkışlayan seyirciler gibiydi kız” tarzı bir şey dedim. O an etrafımda olan bir kişi de beni onayladı. Problem alkışlaması değil aslında, benim için kişisel bir rahatsızlıktı kızın yaptığı. Bir filmi sinemada, üstelik tek koltuk bile boş değilken izlemek büyük bir keyif. Herkes aklı başında davrandığı sürece. Kız ilk alkışını kopardığımda baş parmağımı havaya kaldırıp sus işareti yaptım. Sanırım o hareketimi fark etti ve bir an için sustu. Fakat bir sonraki davranışlarında daha dikkatli olmaya tenezzül etmedi.

Neyse, filmin içeriğine gelecek olursak, film Nolan’ın Knightfall hikayesini baştan kendi kurgusu ve rötujlarıyla anlatması olmuş. Talia Al-Ghul’u bu hikaye içine çok iyi yedirmiş, filmde olan biteni ilk iki filmle çok iyi harmanlamış, Bane’ni sahip olması gereken Latino aksanı hariç çok iyi tasarlamış, Selina Kyle ve Bruce Wayne ilişkisini olabilecek en iyi şekilde filme aktarmış. Genel tablo filmin en önemli üç karakteri haricinde böyle.

Bunlar dışında Bruce Wayne, Knightfall’dakinden daha sağlam bir karakter olarak resmedilmiş. Orjinal hikayedeki çaresizlik, umutsuzluk, yenimişlik havası kesinlikle yok. Aksine karşısında bir dev olarak Bane gördüğü anda daha hırçınlaşıyor, yılmıyor, Bane çizgiromandaki gibi belini kırdıktan sonra tek kelime şikayet etmiyor. Açıkçası Bane’nin Wayne’i yaşamını geçirdiği meşhur hapishaneye tıkması oldukça ilginç olmuş. Bu çizgiromanlarda hiç düşünülmemiş bir hikaye. Wayne, Bane’den daha zor şartlar altında hapiste kalsa da (Burada Bane’nin Bruce’un belini kırmadığını, sadece omurlarından birini yerinden çıkarttığını belirtelim) oradan kurtulması Bruce’un fiziksel ve zihinsel olarak ne kadar erişilmez bir seviyede olduğunun göstergesi. Bruce, başına ne gelirse gelsin yılmıyor, yenilgiyi asla kabul etmiyor ve Gotham’ı Bane’den kurtamak için her şeyini ortaya koyuyor.

Jim Gordon, ikinci filmin sonundaki olaylar yüzünden sessiz kalmak zorunda olması nedeniyle, sekiz sene sonra bile hala pişmanlık çekiyor.  Fakat belki de Wayne’den bile daha fazla azime sahip olan Gordon da asla yenilgiyi kabul etmiyor. Bane, tüm şehri rehin almışken bile Gotham’ın kurtulması için Batman’in yolunu gözlemiyor. Batman’siz başarısız olsa da buz olmuş körfezden karşıya geçmeye çalışırken Gordon’ın asla çatlayan buzlardan soğuk denize düşmeyeceğini hissediyorsunuz bir an. Bu, Batman’in onu kurtarmaya geleceğini bildiğinizden ya da karakterin bu şekilde Nolan tarafından öldürülmeyeceğini bildiğinizden değil. Gordon’ı kimse asla yenemeyecektir.

Filmdeki üçüncü önemli karakter Blake’in daha filmin oyuncu kadrosu açıklandığı anda Dick Grayson olduğunu çoğumuz tahmin etmişizdir. Nolan işi biraz karmaşık hale getirmiş; Blake’e Grayson’ın kişiliğini, karakterini ve karizmasını vermiş, Drake’in dedektiflik özelliklerini ve Todd benzeri bir trajik hikaye eklemiş. Yine de Blake en çok Dick Grayson olmuş. Bu yüzden filmin sonunda Blake’in asıl adının Robin olduğunu öğrendiğimizde salondan bir “aaa!” yükselse de ben bu seçimi oldukça yadırgadım. Şimdi siz düşünün bilmeyen birisine Robin’in aslında karakterin adının Robin olmadığını nasıl anlatalım. Nolan’ın orada Robin yerinde Dick Grayson dedirtmesi hiç zor değildi. Evet insanlar orada Robin’in adını duyduklarında tepki vereceklerdir çünkü alter-egosu dışında Dick Grayson’ın kim olduğunu sanırım neredeyse kimse bilmiyordu. Peki bu çok önemli mi? Dick Grayson’ın adını duyunca yanındakine; “Dick Grayson kim lan?” diye soracaktır bilmeyen. Merak etmeye devam ederse internette iki dakikada kim olduğunu görecektir.

Filmin panoramasına geri dönecek olursak, Nolan’ın Knightfall hikayesinin orjinalinden çok daha iyi olduğunu söylemeliyim. Talia Al-Ghul faktörünü olayın içine katınca orjinaline göre çok daha oturaklı ve içi çok daha iyi doldurulmuş bir Bane çıkıyor karşımıza. Bane’nin amacı çizgiromandaki gibi Gotham’ı sadece ele geçirip Batman’in belini kırmak değil. Tamamen bir bağlılık duygusu ile Talia ile beraber Ra’s’ın ideallerinin peşinden koşan ve merhamet sahibi bir karakter olmuş. Ama kesinlikle bu onu daha yumuşak biri yapmıyor. Aksine daha gaddar ve daha acımasız.

Filmi olduğundan çok daha iyi yapan ilk iki filmdekine göre çok daha iyi bir kurguya sahip olması. Filmin bütünlüğü içinde sırıtacak hiçbir sahne yok, geçişlerde ikinci filmdeki gibi bir takım kusurlar olsa da filmdeki sürükleyicilik bu kusurları bir saniye sonra unutmanızı sağlıyor. Dediğim gibi hikaye bütünsel olarak ve detaylara inildikçe oldukça sağlam temellerde şekillendirilmiş. Nolan diğer filmlerde olduğu gibi temelde bir Batman hikayesi etrafında diğer Batman hikayelerinden de tutamlar alarak oluşturduğu hikaye kusursuza yakın. Tek sorun yukarıda belirttiğim gibi aslında “twist” yapması beklenen karakterlerin daha film başlamadan kim olduklarını kolayca tahmin edebilmemizde.

Yine de benim her zaman savunduğum bir şey var; bir hikayede son hiçbir zaman en önemli faktör değildir. Bir hikaye, bir yolculuktur, sonunda varacağınız noktanın temelde ne olduğu aslında çok önemli değildir. Önemli olan o hikayenin sürecidir. Miranda’nın aslında Talia olduğunu bilmemiz, Blake’in aslında “Grayson” olduğunu bilmemiz o sahnelerin değerlerini ya da aldığımız tadı aslında hiç azaltmadı. Bu yüzden spoiler ibarelerinden o kadar korkmamak lazım. Vader’ın Luke’un babası olduğunu önceden bilmek temelde çok da bir şey değiştirmiyor.

Nolan’a çizgiroman severler olarak en iyi Batman hikayelerinden birini, şu ana kadarki en görkemli şekilde anlattığı için teşekkür etmek gerekli. Onun Batman’e küresel boyutta kazandığı saygınlığı başka herhangi bir çizgiroman karakteri için hiç kimse başaramadı. Kendini bir sinema sanatı otoritesi olarak lanse eden burnu havada Akademi Ödülleri’nde bile filmden özel efektler haricinde Oscar çıkarttırabilmesi Nolan’ın Batman’inin başarını örneklemek için yeterli.