Marvel Comics İncelemeleri

Squadron Supreme: Gruenwald’ın Proto-Watchmen’i

 “[Squadron Supreme], Watchmen Watchmen olmadan önce Watchmen’di.” 

Timothy Callahan, CBR

Mark Gruenwald ismi, nostaljik Marvel çizgi romanlarına karşı özel bir ilginiz yoksa, size yabancı gelebilir. Gruenwald’ı daha önceden duymuş olsanız bile, muhtemelen onu Alan Moore; yazdığı on iki sayılık Squadron Supreme serisini de Watchmen kadar iyi tanımıyorsunuzdur.

Ama işin aslı şu ki, Mark Gruenwald’ın 1985-86 yılları arasında tamamlanan 12 sayılık Squadron Supreme mini-serisi, aşağı yukarı bir – bir buçuk sene sonra yayınlanan Watchmen ile, son derece enteresan benzerlikler içeriyor. Bu iki kitaptan birisi, neredeyse tüm çizgi roman okurları tarafından tüm zamanların en iyi çizgi romanlarından biri olarak görülürken, diğerinin neredeyse tamamen unutulmuş, hiç dikkate alınmamış bir eser olması da, bir o kadar enteresan.

Squadron Supreme, Marvel Comics firmasının en bilinen karakterlerinden, takımlarından biri değil. Hatta, daha doğru bir ifade kullanmak gerekirse, Marvel Comics karakterleri bile değiller! Çizgi roman kültürüyle sinema salonları dışında yeni yeni tanışmaya başlayan okurlarımız için, bunlar biraz karışık kavramlar olabilir – bunun için, eğer henüz okumadıysanız, önce Squadron Supreme’i tanıtan şu yazıyı okumanızı tavsiye ederim.

12 serilik “Squadron Supreme” serisi, bu ekibin Defenders dergisinde gördüğümüz bir macerasının “devamı” olarak kurgulanıyor: Overmind adlı kozmik bir varlığın, Squadron Supreme’i tamamen zihin kontrolü altına alarak dünya düzenini yerle bir etmesinin ardından, Squadron Supreme ekibi bir araya geliyor, ve Hyperion ile Power Princess’in başını çektiği bir fikirle Dünya’nın yönetimini ellerine almaya karar veriyorlar.

Hyperion, “yarı zamanlı” süper kahramanlık yapmanın, “gizli kimlik”ler ile vakit kaybetmenin  kendilerinin potansiyelini çok düşürdüğünü, eğer tüm vakitlerini kahramanlığa ayırırlarsa, daha etkili olabileceklerini söyledikten sonra, takımın çoğunluğu bu fikre katılıyor, ve kendilerine “savaşları bitirmek”, “açlığı çözmek”, “hastalıkları iyileştirmek” gibi iddialı hedefler koyan Squadron Supreme takımı, bir sene boyunca, ABD’nin yönetimine el koyuyor.

Bu fikirlere genel olarak karşı çıkan iki kahraman oluyor: Nighthawk (Batman) ve Amphibian (Aquaman).

Squadron Supreme’in alternatif gerçekliğinde, Kyle Richmond olarak ABD Başkanlığı yapmış olan Nighthawk, bu fikre tamamen karşı çıkarak, henüz ilk sayıda takımdan ayrılıyor; Amphibian ise takımdan ayrılmıyor, pek çok konuda muhalif bir ses olarak serinin ortasına kadar takımda kalıyor.

Bundan sonra, serinin genel konsepti ikiye ayrılıyor: Bir tarafta, Hyperion ve Squadron Supreme, Ütopya Projelerini dünyaya entegre etmeye çalışırken, diğer tarafta, insanlara üstten bakarak kendi düşüncelerini zorla kabul ettirdiklerine, ve eşi benzeri görülmemiş bir diktatörlük yarattıklarına inanan Nighthawk, ne olursa olsun, bu takımı durdurma planları yapmaya başlıyor.

Peki, Watchmen ile benzerlik nerede?

Bir kere, ilk bakışta gözden kaçırmanın imkansız olduğu kimi “teknik” benzerlikler var. İkisi de on iki sayılık mini – seriler olarak yayınlanıyor, ikisi de yayınlandıkları şirketlerin dışından gelen karakterleri (Watchmen – Charlton Comics; Squadron Supreme – DC Comics) konu alıyor, ikisi de Marvel / DC gibi yayınevlerinin evren devamlılıklarıyla muhattap olmuyor – bunlar, aslında çok da bir şey ifade etmeyen, ama ilk bakışta okuyucunun dikkatini çeken unsurlar.

Asıl meseleye gelirsek, Mark Gruenwald ile Alan Moore’un asıl ortak noktası, iki yazarın “süper kahraman” konseptine yaklaşımından kaynaklanıyor – Squadron Supreme’i, bu eserin Watchmen’den önce yayınlandığını bilerek okuyan bir okurun karşılaşacağı asıl sürpriz de bu. Tıpkı Moore’un son derece meşhur bir şekilde Watchmen’de yaptığı gibi, Mark Gruenwald da bu seri boyunca “süper kahraman” konseptini alıyor, ve kendisinden önce pek yapılmamış şekillerde, zorlu bir çözümlemeye tabi tutuyor. Sonuç olarak, bu iyi niyetli süper kahramanlar, tıpkı Moore’un Watchmen’deki karakterleri gibi, hiç de kahraman olmayan karakterlere bürünüyorlar.

Gruenwald, seri boyunca pek çok noktada etik kaygıları, etik ikilemleri okuyucuların önüne sunuyor, ve Dünya’yı bir Ütopya’ya çevirmeye çalışan kahramanların, bu sorunların altından nasıl kalkmaya çalıştığını gösteriyor.

Örneğin, suçu yok etmek için, Squadron Supreme’in dahi elemanı Tom Thumb, yeni bir “beyin yıkama” cihazı üretiyor: Bu cihaz, üstünde kullanılan kişinin zihnine hiçbir zarar vermeden, onun “kötülük” yapmasını, “yasaları çiğnemesini” engelliyor – bir tarafta, bu çözüm hapishaneleri boşaltmak, suçluları itaatkar iş gücüne çevirmek için “olumlu” bir adım gibi gözükürken, öte yandan karakterler insanların beyinlerini yıkadıkları gerçeğiyle yüzleşiyorlar. Uzun tartışmaların ardından, süper kahramanlardan beklemeyeceğimiz bir kapalı görüşlülükle, bu cihazı kullanmaya, “yasaları” çiğneyen herkesin beynini yıkamaya başlıyorlar.

Hatta, daha sonra, Lady Lark’a (Black Canary) evlenme teklif eden ve bu teklifi reddedilen Golden Archer (Green Arrow), makineyi Lady Lark üzerinde kullanıyor, ve onu kendini sevmeye zorluyor. Üstelik, bu sevginin boyutu beklentilerini aşınca takımdan kaçmaya karar veriyor, suçu kanıtlanınca da, Hyperion tarafından resmi olarak takımdan atılıyor.

Benzer çizgide pek çok örnek vermek mümkün. Kendisinin radyoaktif güçleri anne ve babasının kanser olmasına yol açınca, genç süper kahraman Nuke takımın dahisi Tom Thumb’dan yardım istiyor. Tom Thumb, kanseri tedavi etmeyi başaramayınca, Nuke deliriyor ve takımdan intikam almaya yemin ediyor – onu durduran ise, takımın belki de en naif ve en “insan” üyesi Dr. Spectrum oluyor. Fakat, Spectrum için de işler iyi gitmiyor, çünkü Nuke’u durdurmaya çalışırken, Spectrum yanlışlıkla eski takım arkadaşının ölümüne sebep oluyor. Gruenwald, bununla da yetinmeyip, Nuke’un kardeşinin en sevdiği süper kahramanı Dr. Spectrum yapmak gibi, işin trajedi boyutunu daha da arttıran unsurlarla hikayesini güçlendiriyor.

Squadron tarafından, süper kahramanların nasıl “beklenmedik” şekillerde kullanıldığına dair pek çok örnek vermek mümkün – ama karşılarındaki Nighthawk da serinin ikinci yarısında son derece kuşku uyandırıcı metotlara başvuruyor. Ne pahasına olursa olsun Squadron’un durdurulması gerektiğini düşünen Nighthawk, seri boyunca eski suçlularla, dünya’nın çeşitli bölgelerini ele geçirmiş “super villian”larla ittifaklar kuruyor, ve Squadron’u yenilgiye uğratmak için bunların yardımını alıyor.

Karakterlerin yaptıkları hareketlerin yanı sıra, karakterizasyonları da, özellikle dönemin koşulları düşünüldüğünde, son derece enteresan. Her sayıda, belli başlı karakterlerin arka planlarıyla ilgili bilgiler veriliyor, ve bu karakterlerin psikolojileri, Watchmen’de olduğu kadar detaylı olmasa da, dönemin süper kahraman çizgi romanlarından beklenmeyecek bir derinlikle inceleniyor. Hatta, bazı karakterlerin, “doğru olanı yapma” uğruna girdikleri bunalımlar, yine Watchmen’i hatırlatıyor – Amphibian’ın kendini bir türlü ifade edemeyip, sonuçta dünyayı tamamen terk ederek denizlere dönmesinin; Dr. Manhattan’ın Mars’taki inzivasını andırması gibi.

Peki, madem bu kadar benzerlik var, nasıl oluyor da Watchmen bu kadar popüler ve başarılıyken, Squadron Supreme neredeyse hiç tanınmıyor?

Şu adreste, bu konuyla ilgili on beş sayfalık güzel bir tartışma var – Gibbons’un çizimlerinin Squadron Supreme’dekinden daha kaliteli olması, Watchmen’in seks, küfür ve şiddet gibi yetişkin temaları fazlasıyla kullanması,  Watchmen’in değişen okuyucu beklentilerini karşılayacak zamanda çıkmış olması ve daha pek çok unsurun yanı sıra, ben temel olarak iki sebep olduğunu düşünüyorum.

Birincisi, her ne kadar süper kahramanların yapısökümü meselesinde çok benzer konulardan bahsetseler de, Squadron Supreme Watchmen’in “büyüklük hissi”ni paylaşmıyor. Watchmen, daha ilk sayfasından, “Ben o bildiğiniz çizgi romanlardan değilim!” diye bağıran, ciddiye alınmayı talep eden bir eser. Squadron Supreme’de ise böyle bir durum yok, elindeki konuyu işleyişi çok farklı olsa da, Squadron Supreme yapı olarak – biraz fazla diyaloglu bir süper kahraman çizgi romanından fazlası değil.

Bu açıdan, “çizgi roman içinde çizgi roman” gibi, farklı dallardan devam eden bir anlatı gibi, ciddi ve karanlık bir ton gibi, okuyucudan efor talep eden düzyazı bölümleri gibi unsurlar, Squadron Supreme’de karşımıza çıkmıyor.

Buna bağlı olarak, Watchmen’in etrafında inanılmaz bir reklam olduğu gerçeği de tabi çok önemli. Bu çizgi roman hakkında yazılanları okurken, bazen Watchmen’in popülaritesini sonradan kazandığı, insanların bu “cevheri” sonradan fark ettiği gibi bir izlenim alıyorum – ama bu doğru değil. Watchmen projesi, Alan Moore fikrini DC yetkilileriyle paylaştığı andan itibaren çok ciddi merak uyandıran, herkesi heyecanlandıran bir proje – ve daha başlamadan bile çok sağlam reklamı yapılıyor. Watchmen’i kült ve sadece edebi bir eser olarak görmek romantik bir yaklaşım olabilir, ama gerçek anlamda düşündüğünüzde, pazarlanan bir ürün olarak Watchmen etrafında üretilen reklamlar, duyurular ve yan ürünler, günümüzün bir Marvel “Event”inden çok farklı değil.

Tabi bir de yukarıda bahsettiğim “edebi” unsurlar düşünülünce, olay çizgi roman alemi dışında insanların da ilgisini çekiyor, ve böylece git gide genişleyen bir kitleye ulaşıyor. Squadron Supreme’de ise böyle bir durum yok.

Daha fazla uzatmayayım: Squadron Supreme, özellikle yazıldığı dönemi düşünerek, Watchmen’den bir sene önce çıktığını hatırlayarak okursanız, son derece etkileyici bir çalışma. Watchmen benzeri bir kompleksliği çok olmadığından, o kadar zor okunan, okuyucudan çok şey isteyen bir kitap da değil, ve günümüz çizgi romanı üzerindeki etkisini de düşünürsek, mutlaka okumanızı tavsiye edeceğim bir eser.