Genel Çizgi Roman Yazıları

Sandıktan Notlar V

Bazı yerlerde o şekilde tanımlandığını görebilirsiniz, fakat AltEvren bir blog değil. Bu nedenle, yazılarımız da genelde bir blog mantığıyla yazılmıyor, kendi düşüncelerimizden, hayatlarımızdan, yaşadıklarımızdan bahsetmiyoruz.

Ama yine de, (tam olarak olmasa da) bu amaca hizmet eden bir yazı serimiz var – “Sandıktan Notlar”a en son Şubat 2012’de, bundan tam bir buçuk sene önce uğramışız. Serinin dördüncü yazısında, yazılar için başlık bulmanın beni çok sıktığından bahsetmişim – bu ismin “başlık” kısmına sığma ihtimali pek yok, ama merak edenler için, bu yazımızın adı “Çizgi Roman ile Fazla İlgilenmenin Bilinçaltına Olumsuz Etkileri.”

2013 yazını geride bırakırken, Eylül ayıyla birlikte yeni bir yazı dönemine başladığımızı söyleyebiliriz. AltEvren’i 2011 yılının Mayıs ayında açtık, iki buçuk seneyi aşkın süredir devam ediyoruz. Siteye devam etme konusunda, Türkiye’de çizgi roman okurluğu konusunda söyleyeceklerim de yok değil, ama bu sıkıntılı konuları daha sonrasına bırakmak sanırım en iyisi olacak. 

Bu yaz benim için kişisel olarak enteresan bir dönem oldu. Geçen yaz olduğu kadar hareketli, stresli ve sıkıntılı bir dönem değildi, ama tam tersi yönde, fazlasıyla hareketsiz, hiçbir şey yapılmayan, bomboş geçen birkaç ay yaşadım. Tek kelimeyle özetlemek gerekirse, “FIFA 13” olarak tanımlanabilecek bu dönemde, uyku düzenim de oldukça bozuktu ve neredeyse her uykuda, heyecan deposu, anlamsız rüyalar görüyordum. Hayat tarzımı şöyle anlatayım; o kadar saçma saatlerde uyanıp, o kadar uzun saatler boyunca uyanık kalıyor, o kadar saçma saatlerde geri uyuyordum ki, bunlar gördüğüm ultra-gerçekçi ve ultra-absürt rüyalarla birleştiğinde gerçeklik algım epey sarsılmış oluyordu.

İster inanın, ister inanmayın, Gezi Parkı olayları herhalde üçüncü – dördüncü günlerine ulaşana kadar, belli anlarda ciddi ciddi durup, “Ulan böyle bir şey gerçekten oluyor muydu, yoksa bu da mı gördüğüm bir rüyadan aklımda kaldı?” şeklinde düşünmek zorunda kalıyordum.

Burüyaların hepsini anlatıp kimseyi psikolojim hakkında çeşitli fikirler yürütmeye teşvik etmek gibi bir niyetim yok, fakat çok kısa birkaç örnek vermek gerekirse, sayın başbakanımız ve ailesiyle esnaf lokantasında yemek yemekten tutun, kız arkadaşımla ilişkimin konuşan bir köpek tarafından berbat edilmesine kadar, oldukça geniş bir rüya repertuarım oldu. Bu rüyalardan, “Top 10”a mutlaka girecek ikisi de, çizgi romanlar ile ilgiliydi.

 1 – Avengers 2 filmini nasıl izledim?

Efendim bu çizgi roman konseptli rüyalardan ilkinde, Avengers filminin heyecanla beklediğimiz ikinci halkasını izleme şansına eriştim. Rüyalarda neyin gerçek olup olmadığını bilemediğiniz anlar siz de yaşamışsınızdır, o yüzden bunu çok somut olarak açıklamam mümkün değil – ama bir yandan filmi izlerken, bir yandan da elbette filmin içindeydim – örneğin, sinema salonunda oturduğum, ve Iron Man’in Robert Downey Jr.’ın sağlık sorunları nedeniyle filmde pek gözükmeyeceğini “bildiğim” anlar da vardı, bir gemide Avengers takımı ile yan yana durduğum anlar da.

Neyse, biz filme dönelim. Filmi aşağı yukarı baştan sona izledim diyebilirim. Bilinç altım henüz filmdeki kötü adamın Ultron olacağını kabullenememiş olacak, rüya-filmdeki kötü karakter(ler) “Three Ghosts” olarak bilinen (yaratıcılığıma tüküreyim) üç android’di. New York’ta çeşitli bölgeleri zevk için havaya uçuran bu robotlar, istedikleri zaman tamamen görünmez, hissedilmez bir forma bürünebiliyor, ve dolayısıyla, Avengers takımı da filmin büyük bölümünde görmediği karakterlere karşı savaşıyordu.

Hayır — gerçekten.

Filmdeki aksiyon sahnelerinin büyük bölümü, Avengers takımının boş sokaklarda etrafa rastgele ok atmasıyla, kalkan savurmasıyla geçiyordu. Üstelik bırakın robotların bunlardan etkilenmemesini, izleyiciler olarak çoğu zaman robotların orada olup olmadığını bile bilmiyorduk.

Three ghosts?

Daha sonra bir şekilde robotların Pasifik Okyanus’unda bir adaya saldıracağı haberi geliyor, ve kahramanlarımız bulabildikleri en geniş kadroyla, bir gemiyle buraya doğru yola çıkıyorlardı. Pek çok karakterin eklenmesiyle takımın da genişlediği bu sahnelerde, Captain America motive edici bir konuşmayla liderliği üstleniyor, rüya da ne yazık ki bu noktada sona eriyordu. Ama, rüyalarımın da Amerikan filmlerinin klişelerinden nasibini aldığını düşünürsek, muhtemelen bu sahneden sonra bir şekilde kahramanlarımızın “Three Ghosts”u yendiğini varsayabiliriz.

Rüyayla ilgili en ilginç noktalardan biri, Avengers kadrosu oldukça değişik olmasıydı. Marvel filmlerinin farklı stüdyolar tarafından çekildiğini kabullenmeyen bilinç altım, Captain America önderliğindeki takımı, Hawkeye, Black Widow, Spider-Man, Storm, Kitty Pryde gibi üyelerden oluşturmuştu. Thor filmin genelinde yoktu, fakat sondaki gemi sahnesinde uçarak kahramanlarımıza katılıyordu. Bruce Banner vardı, fakat Hulk’a dönüşmüyordu.

Iron Man ise, rüyanın en ilginç ikinci noktası olarak, yine sonda karşımıza çıkıyordu. Robert Downey Jr.’ın 2015 yılına kadar yeniden alkol / uyuşturucu batağına düşeceğine inandığımdan olacak, Downey filmde hiç yer almıyor, sadece sondaki gemi sahnesinde, takıma destek olması için çağrılan karakterlerden biri olarak gözüküyordu. Alkolden ayakta duracak hali olmayan Iron Man, komik olma çabasıyla bir şeyler söylüyor, fakat Captain America büyük bir hayal kırıklığı ile ona bakıp, “Çekin şunu karşımdan” deyince, iki set görevlisi tarafından sahnenin dışına çıkartılıyordu. Daha önceden bunun haberlerini alan biz izleyiciler de, Iron Man’in performansının büyük ölçüde “hayal kırıklığı” olduğu konusunda hemfikirdik.

X-Men, Spider-Man, ve ilk Avengers filminden karakterler dışında, tamamen farklı bir “franchise”dan, tamamen farklı bir stüdyodan gelen son Avengers üyesi ise filmin ve rüyanın en ilginç noktasıydı. Son derece az tanınan bu karakterin filme dahil edilmiş olması bile ilginç olsa da, kendisi filmde çok aktif bir rol oynuyor, pek bir şey beceremese de, iyi niyetiyle takıma pozitif katkıda bulunmaya çalışıyordu. Kim dersiniz?

Deadpool mu? Cannonball? Cable!? Marvel’ın Runaways, Young Avengers, New X-Men takımlarından bir figür? Belki bir DC karakteri?

Hayır.

O.

Evet, Süpertürk’ün takım üyesi olduğu, Tamer Karadağlı’nın rol aldığı, ve ekibin görünmez karakterlere karşı savaştığı bir Avengers 2 rüyası gördüm.

Gerçek film ne kadar kötü olursa olsun, Avengers 2 AltEvren’den son derece iyi bir not alacak, şimdiden söylüyorum.

2 – Aslında hiç yazmadığım bir Spider-Man çizgi romanını nasıl yazdım?

Yazın ortasına doğru gördüğüm bu ikinci rüya, her gecenin ayrı bir eğlence (yazar burada Serdar Ortaç’a gönderme yapıyor) olduğu dönemin, yani konuşan köpekler ve başbakanla yemek yemeler gibi rüyalar gördüğüm dönemin zirve yaptığı günlere denk geldi.

Rüyanın başında, Taksim’de çizgi roman için en meşhur adres olan Gon’da, laf ola çizgi romanlara bakıyordum. Tam Image bölümünü bitirip, Marvel çizgi romanlarına bakmaya başlamıştım ki, bir Spider-Man cildi dikkatimi çekti. Marvel’ın yanlış hatırlamıyorsam 2003-2004 gibi yayınladığı Secret War serisinin, Spider-Man’lı kapağına oldukça benzeyen ciltte, başlık olarak “Spider-Man” yazıyor, kapağın altında da, oldukça büyük harflerle, yazarın adı yer alıyordu.

 Kapak tasarımında pek şaşırtıcı bir şey olmasa da, yazarın adının “Berk Uralcan” olması tahmin edebileceğiniz gibi ilginç bir sürpriz oldu.

Kendi yazdığım, fakat yazdığımı kesinlikle hatırlamadığım bu çizgi romanı kasaya götürüp satın alırken de her şey fazlasıyla normal ilerledi. Kasadaki arkadaş, çizgi romanın benim tarafımdan yazılmış olması  konusunda hiçbir yorum yapmadığı gibi, yazarın Türk olduğunu da pek gündeme getirmeyince, ben de pek seslemedim, herhangi bir çizgi romanı alırmış gibi alıp eve döndüm.

Eve dönünce, çizgi romanın kapağını bile açmadan (hazırlanın) Marvel’ın tepesindeki şahıs Joe Quesada’ya mail yazmaya başladım. “Benden başka Berk Uralcan olmasın la?” şeklinde anlık bir Google aramasıyla bölünen bu mail’da, “Böyle böyle bir çizgi roman basmışsınız, kapağında benim adım yazıyor, fakat ben böyle bir çizgi roman yazmadım, nasıl olur da benim ismim kapakta bu şekilde yer alır?” gibi sorular sordum.

Rüya yeterince saçma değilmiş gibi, kıısa süre sonra cevap geldi. “Daha o kadar fazla yere dağıtmadık, hikayeyi senden bekliyoruz, sen gönderdiğin anda çizimlerini de tamamlatıp basarız, kimse anlamaz” şeklinde kısa bir cevap veren Quesada, her nasıl olduysa, bu kısa mail’ıyla beni ikna etmeyi başardı, ben de oturup çizgi romanı yazmaya koyuldum. “Ulan bu kadar yazı yazıyorum, hiç para almıyorum, bu nasıl iş?” mentalitesiyle ve öfkeyle başladığım hikayem ilerledikçe, “Neyse ya, şimdi bir tane basılmış çizgi romanım olunca zaten para verirler” gibi bir teslimiyet ruh haline dönüştü. Sayfaları yazmaya devam ettikçe, Gon’dan aldığım baskıyı da kontrol ediyor, yazdığım kısımların kitapta basılmış kısımlarla son derece benzer olduğunu görüp rahatlıyordum.

Fakat ne hikmetse, bir türlü henüz yazmadığım sayfalara bakmıyor, dolayısıyla benim yazmış olmam gereken hikayenin, o anda yazmakta olduğum sonu hakkında en ufak bir bilgi sahibi olamıyordum.

Rüyanın sonunda çizgi romanı bitirdim, dosyayı Quesada’ya mail attım. Yine kısa bir cevap geldi, bana teşekkür ediyor, Todd’un [evet, McFarlane] şimdiden gönderdiğim sayfalar üzerinde çalışmakta olduğunu, ileride de benimle çalışmak istediklerini söylüyordu. Bu kadar saçmalığa dayanamayıp, aşağı yukarı bu noktada uyandım.

Bu iki rüyayı neden anlattım? Herhangi bir sebebi yok – Sandıktan Notlar genelde nedensiz yazılan yazılara ayrılan bir yazı serisi. Hepsini boşu boşu okumuş olmak istemiyorsanız diyeceğim o ki, siz siz olun, çizgi romanla öyle çok abartmadan ilgilenin.