Bağımsız Çizgi Roman İncelemeleri

Locke & Key

locke&key1AltEvren gibi bir çizgi roman sitesine sahip olmanın beklenmedik avantajlarından bir tanesi, sık sık aldığım güzel çizgi roman tavsiyeleri oluyor. Siteyi okuyanlar, bir noktadan sonra yalnızca bilgi almak, soru sormak ve tavsiyeler istemek için değil, kendi okudukları çizgi romanları bana önermek için de mesajlar gönderiyorlar.

Bu tarz çizgi romanlar arasında bugüne kadar “en popüler” olanı, en çok tavsiye edileni, açık arayla Joe Hill ve Gabriel Rodriguez ortaklığında hazırlanan ve IDW tarafından yayınlanan Locke & Key serisi. 2013’ün son günlerinde tamamlanan seri, son dönemde yayınlanan bağımsız çizgi romanlar arasında da en çok ilgi çeken eserlerden biri olmayı sürdürüyor.

Locke & Key ile ilgili bazı temel bilgileri vermeden, hatta eserin konusuna bile değinmeden, önce kendi okuma deneyimini biraz paylaşmak istiyorum. Altı cilt – otuz altı sayılık seriyi baştan sonra incelemek gibi bir imkanım pek olmadığından, yapmak istediğim seriyle ilgili temel bir fikir vermekten daha fazlası değil.

Bunun için, öncelikle genel olarak beğendiğim çizgi roman serilerine nasıl yaklaştığımı kısaca anlatmak zorundayım.

Özellikle Vertigo çizgi romanlarını ilk keşfettiğim dönemde, bugün hala en sevdiğim seriler arasında yer alan Sandman, Transmetropolitan, Preacher gibi serileri çok ciddi bir hızla bitirmiş olmak beni hala rahatsız eden bir durum. Bu çizgi romanları, özellikle (her biri, özel sayıları da saydığınızda, 70  civarı sayıdan oluşan) Preacher ve Transmetropolitan’ı sadece birkaç günde bitirdiğim dönemi net olarak hatırlıyorum.

O dönemde bana fazlasıyla hitap eden, ve, deyim yerindeyse, “elimden bırakamadığım” bu eserleri, bugün hala istediğim gibi, sindirerek okuyamadığımı hissediyorum. Bu kadar ciddi bir külliyatı sadece birkaç gün gibi bir sürede bitirmiş (“tüketmiş”)  olmak, içimde sanki onlarla işim tam anlamıyla bitmemiş gibi bir his yaratıyor – fakat ne zaman geri dönüp bu tarz serileri baştan okumayı düşünsem, yeni, daha önce okumadığım bir şeyler okuma fikri hep daha cazip geliyor.

Sadece bu üç seriyle de sınırlı olmayan bu enteresan psikoloji, bugünkü çizgi roman okurluğumu ciddi anlamda etkilemiş durumda. Öyle ki, okumamın büyük bölümünü oluşturan tek kitaplık “grafik roman”lar haricinde, okumaktan fazlasıyla keyif aldığım bir “seri” bulduğumda, bunu mümkün olduğunca yavaş tütmeye, kendimi  her gün en fazla iki – üç sayı okuyacak şekilde sınırlandırmaya çalışıyorum.

Bütün bu durumu şöyle bir cümleyle özetleyebilirim: gerçekten hoşuma giden bir seri bulduğumda, tıpkı bahsettiğim çizgi romanlarda yaptığım gibi, her şeyi dört – beş günde bitirmek gibi bir istek duysam da, kendimi tutma yönünde çok bilinçli ve kararlı bir çaba gösteriyorum. Bu yeni “seri tüketme” alışkanlığım, bir istisna dışında hep “başarılı” olmuş durumda.

Tahmin edeceğiniz gibi, bahsettiğim istisna Locke & Key.

lockekey3

Hikayenin ana karakterleri, ortada Tyler, sağında Bode ve solunda Kinsley

Gelen tavsiyeler üzerine, okumak için müsait bir zaman kolladığım ve altıncı cildin yayınlanmasından sonra serinin tamamını bir araya getirerek okuduğum Locke & Key, tüm çabama rağmen elimden bırakamadığım, ve tamamını bir günde bitirmek yönündeki isteğime karşı çıkamadığım tek çizgi roman serisi.

Bu, biraz serinin çok uzun olmamasından, biraz da kendi içinde yarattığı dünyanın karşı konulamaz büyüsünden kaynaklanıyor.

Hikaye, üç ana karakter Tyler, Kinsley ve Bode’un, babalarının cinayetinin ardından Massachusetts eyaletinin Lovecraft adlı kurgusal bir kentine, ailelerine ait bir malikane olan Keystone’a taşınmasıyla başlıyor. Ailenin diğer fertleri gibi, bu üç genç karakter de babalarının vahşi bir şekilde öldürülmesinin şokunu atlatmaya çalışırken, kardeşlerin en küçüğü olan Bode’un bedenini ruhundan ayıran ve hayalet-vari bir şekilde özgürce dolaşabilmesini sağlayan odanın anahtarını bulmasıyla, işler ilginç hale geliyor.

Serinin adı da buradan geliyor. Hikaye ilerledikçe, “Ghost Key” olarak tanımlanmaya başlayan bu anahtara benzer çeşitli anahtarlar ortaya çıkıyor. Bu anahtarların çoğu hikayenin gidişatında önemli rol oynuyor, dolayısıyla tek tek detaylandırmak istemiyorum; ama genel bir bilgi olarak cinsiyet değiştirmeye yarayan bir anahtar, geçmiş zamanlarda yaşanan olaylara tanıklık etmenizi sağlayan bir anahtar ve kullanan insanın ırkını değiştiren bir anahtar olduğunu söylemem, sanırım serinin konsepti hakkında fikir sahibi olmanızı açısından yeterli olacaktır.

lockekey4

Dolayısıyla ortada çeşit çeşit fonksiyonları olan; kimileri gerçekten bir kapıyı açarak, kimileri hiç beklemediğiniz yerlerde kilitler ortaya çıkararak, kimileri de sadece kendi başına kullanılarak çalışan anahtarlar var. Bunun yaratıcı bir fikir olduğu tartışılmaz, fakat biraz daha net hayal edebilmek için, masa üstü ve dijital rol yapma oyunlarında bulduğunuz yüzük, asa ve benzeri eşyalarla paralellik kurabilirsiniz. Nasıl ki Dungeons and Dragons oyunlarında çeşitli şeyler yapan yüzlerce yüzük varsa,  burada da aynı durum anahtarlar için geçerli.

Tabi buradaki fark, anahtarların hikayenin odak noktasını oluşturmasından kaynaklanıyor. Joe Hill ve Gabriel Rodriguez’in kurgusu, Locke ailesini, Keyhouse malikanesini ve bu anahtarların tarihini bir araya getirerek, son derece tutarlı ve güçlü bir mitoloji yaratıyor. Locke & Key‘in en büyük başarılarından bir tanesi, zaten fikir olarak başarılı olan bu mitolojiyi alıp, baştan sona mantıklı bir süratle taşıması aslında.

Günümüzün pek çok popüler kültür öğesinde gördüğümüz, “Aman gizemli, izleyicileri / okuyucuları meraklandıracak bir şeyler yapalım da, bunların gerçekten ne anlama geldiğini biz de sonra kararlaştırırız!” tutumu bu seride yok – hatta hikayenin kötü karakteri Dodge’un ilk sayılarda söylediği gibi, Tyler, Kinsley ve Bode’ın (dolayısıyla okuyucular olarak bizlerin) hikayeye dahil olduğu nokta hikayenin başı değil, “sonu” olarak görülmeli. Serinin doruk noktasına doğru bu bilinçle ilerlemesi, hiçbir konuyu havada bırakmaması, ve cevaplanmaması mazur görülebilecek “temel soruları” (Örneğin, bu anahtarların nasıl ve neden varolduğu sorusunu) bile detaylı ve ikna edici bir şekilde açıklaması, Locke & Key‘i başarılı yapan unsurların başında geliyor.

Böyle sağlam bir kurgu, Joe Hill’in akıcı yazarlığı ve Gabriel Rodriguez’in ana akım çizgi romanlardan fazla uzaklaşmayan tarzı ile birleşince, ortaya aslında herkese hitap edebilecek bir seri çıkıyor. Yaratılan dünyanın farklılığı, ve hızı çok iyi ayarlanmış hikaye gelişimi nedeniyle, bence Locke & Key‘i Harry Potter, Lord of the Rings vesaire gibi, kendilerine has dünyalar yaratmayı başarmış eserlerle karşılaştırmak çok abartılı bir tutum değil. Elbette, kısalığı nedeniyle bunlar kadar hırslı bir hikaye olduğunu söylemek imkansız, ama internetteki popüler liste mantıklarından biraz ilham alarak, “Harry Potter‘dan sonra okumanız gereken 5 eser” gibi bir şeyden bahsedecek olursak, Locke & Key’in bu açıdan iyi bir tavsiye olacağı rahatlıkla söylenebilir.

lockekey2

Dodge – serinin kötü karakteri 

Bu konulara değinmişken,  Locke & Key etrafında kişisel olarak algıladığım bir tür (“genre”) sorununa da değinmek zorundayım. İnternette nereye bakarsanız bakın, Locke & Key neredeyse istisnasız olarak bir “korku” çizgi romanı olarak sınıflandırılmış durumda. Bunun da temel olarak iki sebebi var.

Birincisi, çeşitli cinayet sahneleri ve psikolojik gerilim unsurları nedeniyle, elbette Locke & Key‘in korku türüne ait olan pek çok öğesi var. Locke ailesinin taşındığı Lovecraft, Massachussets bile, bu bölgede geçen hikayeleriyle ünlenmiş korku efsanesi H.P. Lovecraft’e bir selam aslında — hal böyleyken, Locke & Key‘in korku türü ile alakası olmadığını söylemek elbette saçma bir tutum.

Ama ikinci mesele biraz daha ilginç. Joe Hill, kullandığı mahlas ile bu durumdan biraz olsun kaçmaya çalışsa da, aslında modern zamanların en büyük korku edebiyatı yazarlarından birinin, Stephen King’in oğlu. Bu da, kendisini korku edebiyatı sınırları içinde değerlendirmek yönünde bir “beklenti”, bir “gereklilik” yaratıyor.

Tabi ki, bir eserin korku türü altında sınıflandırılması ile ilgili yanlış hiçbir şey yok. Ama Locke & Key sadece “korku” altında değerlendirilebilecek bir eser değil. Hikayenin fantastik boyutu başta olmak üzere, aksiyon sahneleri, hatta yer yer romantik ve psikolojik boyutları da mevcut –  bu da, her ne kadar bu yönde bir sınıflandırma olsa da, Locke & Key‘i sadece bir korku çizgi romanı yapmanın çok ötesine götürüyor. Bu çağda, herhangi bir çizgi romanı, mutlaka tek bir tür altında değerlendirmemiz gerektiği düşüncesi bana ters bir düşünce – ama illa bir tanım gerekiyorsa, artık Türkçe olarak da tanınan bir tür ismi olarak, dark fantasy korkuya göre daha uygun bir tanım.

Tüm bunları söylememin sebebi, Locke & Key’yi okumanız yönündeki tavsiyemi biraz daha güçlendirebilmek aslında. Korku türünü sevmiyorsanız bile, bu mutlaka bir açıdan size hitap edecek bir çizgi roman – bu açıdan, sadece “son yılların en iyi korku serilerinden biri” olarak değil, son yılların en iyi serilerinden biri olarak görülmeli.