Türk Çizgi Romanları

Çiztanbul

Amerikan Çizgi Romanı’na kısa bir ara verip, Studio Rodeo’nun 2012 yılı için hazırladığı Çizgi Roman Yıllığı, “Çiztanbul”u biraz ele almak istiyorum.

Çiztanbul, proje anlamında, gerçekten çok enteresan bir çalışma. Studio Rodeo yetkilileri, Avrupa ve Dünya’nın dört bir yanından çizgi roman sanatçılarını İstanbul’a getirmişler, ve anladığım kadarıyla, şehri gezdikten sonra, onlardan İstanbul’da geçen kısa çizgi romanlar hazırlamalarını istemişler. Ortaya da, oldukça farklı ve enteresan bir proje çıkmış.

Çiztanbul, 110 sayfadan oluşuyor ve albüm formatında basılmış. “Çiztanbul” isimli farklı kapaklı eserler görebilirsiniz; bu sizi yanıltmasın. Hoş bir fikirle, dört farklı kapak olarak basmışlar – ki özellikle koleksiyoner ruhlu arkadaşları oldukça tatmin edecek bir fikir bana kalırsa. Fiyatı 20 TL; boyut olarak 110 sayfalık ince bir cilt için belki biraz pahalı gözükse de, baskı kalitesinin kusursuzluğu ile helal olsun dedirtiyor.

Biliyorsunuz, normalde Farklı Tatlar altında incelediğimiz eserlerin kısaca konusunu sunuyoruz, daha sonra eleştirilerimizi yapıyoruz, son olarak da bir not veriyoruz. Çiztanbul’un her şeyden önce bir antoloji olduğunu düşünürsek, bunu yapmak pek mümkün olmayacak. Üstelik, Çiztanbul bir proje olarak Türkiye’de eşi benzeri olmayan bir çalışma olduğu için, açıkçası bir “not” verme hakkını da görmüyorum kendimde. Dolayısıyla, albümde gözüktükleri sırayla yazarlar ve hikayeler hakkında bilgi verip, bunları biraz yorumlamaya çalışacağım.

Çiztanbul’u oluşturan sekiz çizgi romandan ilki, Charles Vess tarafından yazılmış olan “İşte Bu İstanbul”. Charles Vess, proje içinde çalışan yazar ve çizerlerden Amerikan Çizgi Romanı okurlarına en yakınlarından biri. Özellikle Sandman’deki işleriyle hatırlayacağınız Vess, “İşte Bu İstanbul”da Nasreddin Hoca’yı İstanbul tarihinin farklı sahnelerinde bir gezintiye çıkartmış. Fakat, bu ilk hikayede bir senaryo veya bir hikaye yok – temel olarak sadece İstanbul’dan esinlenilmiş birkaç çizimin bir araya getirilmesi nedeniyle, sanıyorum diğer çalışmalardan biraz daha hızlı hazırlanılmış bir eser. Bu nedenle de, eserin açılışında kullanılmış, diğer hikayelere bir “prolog” görevi görüyor.


İkinci hikaye, Dany Henrotin’in, “İstanbul Rüyası” isimli hikayesi. Henrotin, Franco-Belgé ekolünden, açıkçası benim pek tanımadığım bir çizgi romancı. İstanbul Rüyası hikayesinde de, anladığım kadarıyla biraz kendisinden esinlenilmiş olan, İstanbul’u gezmeye gelmiş çizgi romancı Darcy ile, asıl rehberinin bir işi çıkması sonucu ona şehri gezdiren Ayça’nın aşkını takip ediyoruz. Hikaye temel olarak şu: Darcy ile Ayça birlikte İstanbul’u gezerken oldukça yakınlaşıyorlar, ve daha sonra birkaç gün süren kısa fakat tutkulu bir aşk yaşıyorlar. Sonunda, Darcy İstanbul’dan ayrılınca bile, Ayça’dan başka bir şey düşünemez hale geliyor – fakat Ayça’ya her ulaşmaya çalıştığında, bu çabaları boşa çıkıyor.

Kamerasında Ayça’nın hiçbir resmini bulamıyor, Ayça telefonlara cevap vermiyor, hatta Darcy’nin Ayça ile gezmesini ayarlayan, başta işi çıkan asıl rehber bile, “Nasıl yani, ben size kimseyi ayarlamadım ki, siz kendi başınıza gezeceğinizi söylediniz!” diyerek Ayça’nın varlığını inkar ediyor. İşte ikinci hikaye de bu post-modern “twist” ile bitiyor: Acaba Ayça yazarımızın “yarattığı” hikayelerden biri mi yalnızca?

Sondaki bu enteresan dönüşün hoşuma gittiğini kabul etmeliyim, fakat genel olarak çizgi roman pek başarılı değil. Hikaye, İstanbul’un ruhunu yansıtan bir hikaye olmaya çalışmış, fakat pek de öyle olmamış. Temel olarak özetleyecek olursak, “Ayça ile Tanıştık – Ayça ile Ayasofya’ya, Topkapı’ya, Yerebatan Sarnıcı’na, İstiklal Caddesi’ne, Bağdat Caddesi’ne gittik – Sur Balık’da yemek yedik – Seviştik – Acaba Ayça var mydı?” şeklinde ilerliyor. Yani, hikayenin İstanbul’da geçtiği gözümüze sokulmuş biraz – ki, evet, albümün amacı bu- fakat çok zayıf bir şekilde işlenmiş. Yani, yazar “İstanbul’da geçen bir çizgi roman yaz” fikrini, “İstanbul’daki tarihi mekanların resmini çiz, karakteri önüne yerleştir” şeklinde yorumlamış.

Sonuç da, ne çizgi roman açısından, ne de İstanbul açısından pek tatmin edici olmayan bir çalışma olmuş.


Üçüncü hikaye, Aleksandar Zograf’ın, “Kediler Arasında” hikayesi. Sırp bir çizgi romancı – karikatürist olan Zograf, anladığım kadarıyla bir hikaye kurgulamak yerine kendi izlenimlerini aktarmayı tercih etmiş, fakat bu da toplu bir eserden çok İstanbul merkezi çevresinde birleşmiş bir grup panel izlenimi yaratıyor. Üstelik, bu da, tıpkı “İşte Bu İstanbul” gibi, oldukça kısa bir çalışma.

Zograf, temel olarak, İstanbul’un ne kadar tarihi bir şehir olduğundan, ne kadar çok kedi olduğundan, gördüğü çarşılardan ve ne kadar milliyetçi olduğumuzdan söz ediyor. Bir çizgi roman olarak nasıl değerlendirirsin diye soracak olursanız, ne yazık ki benim “çizgi roman” kriterime pek uyan bir çalışma değil bu – fazla kısa, fazla yüzeysel, fazla basit.


Araya giren bir başka kısa bölümden sonra, dördüncü bölümde, Roberto Diso’nun “Yıllar Sonra” isimli çalışmasını görüyoruz. Roberto Diso, özellikle Fumetti okuyucularının hiç de yabancı olmadığı bir isim – Türkiye’de de temel olarak Mister No’daki çalışmaları ile tanınıyor.

Diso, “Yıllar Sonra”da İstanbul’a gelen bir adamın, ve kendisinin dikkatini çeken güzel bir kadının hikayesini anlatıyor. Ana karakter, tıpkı “İstanbul Rüyası”nda olduğu gibi çeşitli yerleri gezdikten sonra, Yerebatan Sarnıcı’nda bu gizemli kadınla buluşuyor, ve bir anda ikisinin de ölümsüz olduğunu ve yüzyıllar önce İstanbul’da karşılaştıklarını öğreniyoruz.

Diso’da da, Henrotin’deki sıkıntıyı gördüğümü söyleyebilirim. Bir İstanbul atmosferi, hissiyatı yaratmaya çalışmak yerine, “Sahilde taksiye bindim, Aya Sofya’ya gittim, Yerebatan Sarnıcı’na gittim, ben ölümsüzüm.” şeklinde bir olay örgüsü takip etmiş. Evet, sondaki fikir hoş, ama İstanbul tarihi mekanlarına indirgenmiş.


Bundan sonra, Alberto Jimenez Alburquerque adlı, yine ne yazık ki pek tanımadığım bir İspanyol çizerin, Kuledeki Miras hikayesine dönüyoruz.

Bu hikaye, ABD’de yaşayan bir Türk’ün babasının ölmek üzere olması nedeniyle Türkiye’ye gelmesini konu alıyor. Kız Kulesi’nde bekçilik yapan babasına, hayatı boyunca kendisine bakmadığı için kızgın olan ana karakterimiz, ölüm döşeğinde babasının büyük bir sır sakladığını öğreniyor, bu sırrı keşfetmek için Kız Kulesi’ne gidiyor.

Kız Kulesi’nin hikayesini bilirsiniz: İmparator kızını bir yılan sokacağını duyunca onu Kız Kulesi’ne hapseder, fakat prenses bir meyve sepeti içinde Kule’ye sokulan bir yılan tarafından zehirlenilerek öldürülür. İşte Alurquerque bu mitin üstüne gidiyor – Kız Kulesi’nde, babasının nöbet tuttuğu yere giden Ragıp, prensesin olduğunu anladığımız tabuttan gelen yakarışları duyuyor, ve dayanamayarak kapağı açıyor. Ortaya, korkunç, yılan görünümlü bir kadın çıkıyor, ve kelimesi kelimesine, şunları söylüyor:

“Hahahah. Sersem şey. Azap çekmek neymiş, bizzat yaşayarak öğreneceksin! Asırlardır burada tutsaktım. Beni sokan yılan, aslında ödürmemişti! Vücudumu uyuşturan o ilk ısırıktan sonra, mezarımda beni rahat bırakmayan türlü türlü yılanlar yüzünden işte buna dönüştüm! Yılanların lanetli prensesiyim ben! Çektiğim acıların bedelini ödeteceğim sana! Ve tüm insanlara!”

Yahu bacım, seni sokan yılan, rahat bırakmayan yılan. İnsanlara niye ödetiyorsun…

Söylenecek söz yok, Kuledeki Miras anlatılamayacak kadar kötü. Fakat hiç olmazsa İstanbul kültürünün bir parçasını seçip ona yoğunlaştığı, ve “İstanbul’da geçen hikaye” fikrini, “Oraya gittim, buraya gittim, şuraları gezdim, X oldu” şeklinde algılamadığı için biraz değişik.


Bunun ardından, Makedon Aleksandar Sotirovski’nin, “Yiten Umudun Güncesi” hikayesine dönüyoruz. Bu hikaye, açıkçası çizgi roman açısından geçer not verdiğim iki hikayeden biri oldu.

Hikaye, Aya Sofya’nın altında bulunan bir güncenin; deşifre edilmesi için yalnız, alkolik, depresif bir kriptolog / lisan uzmanına verilmesiyle başlıyor. Uzmanımız da, hikaye boyunca bir yandan kendi slorunlarıyla uğraşırken, bir yandan da güncenin sırrını çözmeye başlıyor ve sonunda güncenin Mustafa Kemal’in olduğunu, ve Aya Sofya’da olmasının sebebinin, Mustafa Kemal’in Manastır’da yaşadığı yıllar boyunca Makedonya ile Aya Sofya arasında gizli bir geçit keşfederek sık sık İstanbul’a gelmesi olduğunu anlıyor.

Tabi “Yiten Umudun Güncesi” biraz sınırlamalara takılmış görebildiğim kadarıyla. Çizimler güzel, hikaye ortalama, “Lisan Uzmanı” figürünün karakteri oldukça detaylı bir şekilde ve başarıyla kurgulanmış, fakat her şey bir anda sona eriyor. Yani hikayeyi okuduktan sonra, “Eee?” diye bekliyorsunuz – dediğim gibi, muhtemelen bir albüm çalışması olmasının negatif bir sonucu bu, ama hikayenin genel kalitesini de çok düşürüyor.


Bundan sonra, bana kalırsa albümün en başarılı çalışması, Enis Cisic’in “Kaç Kurtul İstanbul’dan” hikayesi geliyor. Hikayenin ana karakteri, tehlikeli işlerle uğraşan, kiralık katilimsi bir figür. Çizgi roman, ana karakterimizin sevgilisi Suna’ya bunun alacağı son iş olacağını, bundan sonra İstanbul’u da terk ederek daha sakin bir yere gideceğini söylemesi ile başlıyor.

Eserin farklı olan yanı, diğer çizgi romanların aksine, bunun geleceğin İstanbul’unda geçmesi. Cisic, bana kalırsa eğlenceli ve merak uyandırıcı bir “Transmetropolitan havasında İstanbul” konsetpi üzerinde çalışmış.

Anlatıcı / ana karakterimizin bu giriş monologundan kısa süre sonra, aksiyon başlıyor ve kendisi görevini başarıyla yerine getiriyor. Fakat, bütün bu kavga dövüşün sonunda, aslında ana karakterimizin bize sunduğu hiçbir şeyin doğru olmadığını, çünkü kendisinin de olayların gerçekliğini bilmediğini görüyoruz – sonunu söylemiyorum, bence okumaya değer bir hikaye.

Dürüst konuşmam gerekirse, Çiztanbul projesini inanılmaz takdir etmeme karşın, eser içindeki çizgi romanlar içinde “Beğendim” diyebileceğim tek çalışma Cisic’in hikayesi. Hem İstanbul’u farklı bir şekilde yorumlayarak diğer tüm yazarların düştüğü klişelerden kurtulmuş, hem birkaç sayfa içinde ulaşılması zor bir kurgu kompleksliğine ulaşmış, hem “güvenilir olmayan bir anlatıcı / anlattığı olayların gerçekliğini kendisi de bilmeyen bir anlatıcı” figürü kullanarak hikayeye zekice bir boyut eklemiş, hem de mantıklı ve yerinde tespitler, eleştriler yapmış.

Bana kalırsa üstüne gidilirse her türlü piyasada iş yapabilecek bir çalışma bu.



Çiztanbul’un son hikayesi ise, Amra Hejub tarafından yazılan ve Esmir Prlja tarafından çizilen “Ben Bu Şehrin Çocuğuyum!” adlı hikaye. Tıpkı Cisic’in hikayesi gibi, bu hikaye de geleceğin İstanbul’unu konu alıyor, fakat Cisic’in daha karanlık – distopik – cyberpunk geleceğinin aksine, burada tek fark uçan taksilerin olması – yani şehir aynı, yerler aynı, tarz aynı – bir tek uçan taksiler gelmiş.

Hikayemizin ana karakteri de, banka kredisiyle uçan taksi alıp, uçan taksicilik yapan Ferdi. Ferdi’nin, taksisini bir haftalığına kiralayan ve son gün toplu ödeme yapması gerekirken Ferdi’yi bayıltıp taksisini çalan bir mafya babasıyla mücadelesini takip ettiğimiz bu eser, aslında biraz mizah yönüyle ön plana çıkmış.

“Geleceğin İstanbul”u konseptine bakış tabi enteresan, fakat bir önceki çizgi romanda Cisic’in aynı konseptle yaptıklarını gördükten sonra, sadece uçan taksi fikri açıkçası beni o kadar da etkilemedi – üstelik hikaye de temel olarak güldürmekten başka bir amaç için yazılmamış gibi duruyor. Kötü değil, ama yine de, çok iyi de olduğunu söyleyemem.


Yorumlar

Albümün içindeki çizgi romanlar için tek tek söylediklerimin haricinde, genel olarak eklemek istediğim birkaç nokta daha var.

Öncelikle, hikayeler için yaptığım eleştrilerin hiçbiri, bu kitabı hazırlayanlarla, projenin herhangi bir bölümünde çalışanlarla kesinlikle ve kesinlikle alakalı değil. Fikir gerçekten muhteşem, konsept gayet iyi, baskı kalitesi, dört kapakla çıkartma fikri, hepsi on üzerinden onluk hareketler, Türkiye’de çizgi roman açısından umut veren olaylar. Bu nedenle, açıkçası Stüdyo Rodeo’ya şapka çıkarıyorum.

Burada, Stüdyo Rodeo’ya getirebileceğim çok naçizane, çok ufak bir eleştri var – ki duruma göre eleştri bile olmayabilir aslında – fakat eğer sayfa sayısı sıkıntısı nedeniyle yazarların yerlerini kısıtlanmışsa, bu albümün kalitesini düşüren bir faktör olabilir. Tabi böyle bir kısıtlama var mıydı, bunu bilmiyorum, ama eğer “Çok kalın olmasın, çok masraflı olmasın, daha ucuz olsun, daha fazla kişi alabilsin,” şeklinde düşündülerse, hikayelerin kısalığı bence kötü bir durum olmuş. Satış rakamlarını bilmiyorum ama, ülkemizdeki çizgi roman satış rakamlarını düşününce, alacak olan adam zaten kalın olsa, daha pahalı olsa da alıyor şeklinde bir mantık yürütebilirim – tabi dediğim gibi, ne böyle bir kısıtlama koyup koymadıklarını, ne de ne kadar sattıklarını biliyorum – dolayısıyla bilgi sahibi olmadan fikir sahibiyim bu konuda, eğer hatam varsa affola.

Fakat, (dediğim her şeyde Cisic’i hariç tutuyorum) açıkçası Çiztanbul’u okurken projede yer alan yazarlara da kızmadım değil biraz. Yahu İstanbul’a gelmişsin, bu kadar gezmişsin, insanlar seni ağırlamışlar, biraz daha özen gösterilemez miydi hikayelere? Açıkçası Cisic’inki hariç hiçbir eseri çizgi roman açısından yeterli bulmadım ben.

Açıkçası kitaba ilk göz gezdirdiğimde de çok ciddi bir çizgi roman hazinesi tutmadığımın farkındaydım – fakat “Çiztanbul”un en azından “İstanbul” açısından tatmin edici olmasını beklerdim. Bu konuda da, ne yazık ki pek aradığımı bulamadım. Çoğu çizgi roman İstanbul’u tarihi mekanlarına indirgemiş, ya da İstanbul hakkında söylenen klişelerin üstüne gitmiş (Modern ile tarihin buluştuğu şehir; Kozmopolit şehir; Yeditepe İstanbul, vs.).

Bir sanatçı olarak bu insanların “turistik” gezileri üzerine değil de, İstanbul’un kendilerine hissettirdikleri üzerine yazmaları daha tatmin edici olurdu diye düşünüyorum. Yani, olayların arkasına adeta bir “background resmi” olarak İstanbul konulacağına, gerçekten “İstanbul’da geçtiği hissedilen” eserler ortaya çıksa, gerçekten değerli çalışmalar olurdu.

Ama tabi ki, hiçbir şeyin bir anda olması mümkün değil. Çiztanbul’u bana kalırsa alıp okuyun – eğer bu tarz eserler devam ederse, bir gün çizgi roman olarak da hem kaliteli, hem bize ait çalışmalar görebiliriz.